İkincisi: Benim tarikatıma girenler vuslat makamı ile müşerref olsunlar. Tarikatım kıyamete kadar devam etsin. Daima mürşidleri bulunsun.
Üçüncüsü: Hayatta vuslat müyesser olmadığı takdirde vefatlarından sonra kabirde terbiye edip vuslata erdireyim.
Cevaben, "Bu üç muradın da kabul olundu" diye hitab geldi. Bu mübarek tarikata girenler için bundan büyük müjde olmaz.
Hâce Bahâeddin Nakşbend anlatır: "Cezbe halinin galebesi ve kararsızlık zamanlarımda bir gece Buhârâ'nın etrafındaki kabirleri ziyaret ettim. Üç kabir gördüm. Her birinde bir kandil yanıyordu.

O kandillerin yağları vardı, fakat fitillerini biraz çıkarmak lâzımdı ki ışığı artsın. O gece, Hâce Muhammed Vâsi' hazretlerinin kabrini ziyaret ettim. Bana işaret olundu, o zâtın kabrine götürdüler. O kabirde dahi yanar kandil gördüm. Orada kıbleye doğru oturdum. Bana bir gaybet arız oldu. Şunu müşahede ettim:

"Kıble tarafından bir duvar yarılıp bir büyük taht göründü. O tahtın üzerine büyük bir zât oturmuş, önüne yeşil bir perde çekilmiş ve tahtının etrafını büyük bir cemaat çevirip oturmuşlar. O cemaat arasında Hâce Baba Semmâsî hazretleri de bulunuyordu. Bundan anladım ki onlar hâcegân cemaatidir.

Fakat o taht üzerinde oturan kimdir diye merak ettim. Cemaatın ve o zâtın duruşundan heybet duydum.

Cemaattan biri bana dedi ki: "O büyük taht üzerinde oturan zat Hâce Abdülhalık Gucduvâni'dir.

Etrafında oturan cemaat da halifelerinden Ahmed Sıddık, Hâce Evliyâ-yı Kebir, Hâce Arif Rivgirî, Hâce Mehmed Fağnevî, Hâce Ali Râmitenîdir.

Hâce Muhammed Baba Semmâsî'ye gelince: "Hayatta iken bununla görüştün.

Sana tâc-ı azizanı verdi, biliyor musun?" dedi.

Ben de "Evet biliyorum" dedim.

Fakat ben o tac-ı şerifi unutmuştum. Buyurdu ki: "O tâc sana bir keramettir. Eğer sana bir belâ gelirse o tâc bereketiyle gider" dedi. O cemaattan biri bana dedi ki:

"Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretleri sana birkaç nasihat edecek. Sülük yolu hakkında buna ihtiyacın var."

Kalktım Hâce hazretlerinin elini öptüm. İzin verdiler, Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretlerinin yüzünden perdeyi kaldırdılar. Selam verip mübarek ellerini öptüm. Huzurlarında ayakta durdum.

Sülük başlangıcından ortalarına ve sonlarına dair halleri anlattılar. Söylediği sözlerden birisi şu idi: "Bahâeddin! O kabristanda kandilleri sana göstermeleri bir işarettir ki, senin bu tarikatta kabiliyetin vardır.

Fakat kabiliyet fitilini biraz hareket ettirmek lâzımdır. Ta ki kabiliyetin meydana çıkıp Hakk'ın sırları kandilinde zahir ola! Yani kabiliyetinin gereğiyle amel etmen lâzımdır ki maksad hasıl ola.

Her halinde ayağını şeriat caddesi üzerine koyasın. Azîmetlerle amel edesin. Sünnetlere tâbi olup bütün sünnetleri gücün yettiği derecede yaşamaya çalı-şasın. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şeriflerini daima önünde Masın. O'nün ve şerefli ashabının izlerini takib edesin."

Bu nasihatlardan sonra şöyle buyurdular: "Şimdi Nesef tarafına gidip Seyyid Emir Külâl'ın hizmetine devam et. Yolda giderken bir ihtiyara rastlarsın. Sana sıcak bir ekmek verecektir. Onu al fakat bir şey söyleme. Sonra bir atlıya rastgelirsin. Onun tevbe etmesi senin elindedir."

Bundan başka bazı işaretlerde daha bulundular. Bu sözlerinden sonra o cemaattan birisi bana dokunup gaybet halinden sahv haline getirdiler. O mezar başından kalkıp Zivertun'daki menzilime geldim.

Evimdekilerden tâc-ı şerifi istedim. Onu görünce halim değişti. Çok ağladım. Yola çıktım. Sabah namazını Mevlânâ Şemsüddin mescidinde kıldım. Yola devam ettim. Bir ihtiyara rastladım. Bana bir sıcak ekmek verdi.

Hızır aleyhisselam idi. Sonra bir kervana rastladım. "Ey yiğit, nereden geliyorsun ve ne vakit yola çıktın?" dediler. Güneş doğarken yola çıktığımı söyledim. Şaşırdılar ve, "O köy buraya dört fersahdır. Biz gecenin başında çıktığımız halde buraya ancak gelebildik" dediler.
Oradan geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Selam verdim. Bana, "Sen kimsin? Ben senden korkuyorum!" dedi. Ben de: "Önünde tevbe edeceğin kimseyim" dedim. O da gelip önümde tevbe etti. Atı şarap yüklü idi. Hepsini döktü.
Oradan Nesef'e varıp Seyyid Emir Külâl hazretlerinin sohbetiyle müşerref oldum. O tacı huzuruna götürdüm. Bir müddet sükût ettiler. Sonra, "Bu tâc-ı şerif azizler hazarâtının tâc-ı şerifleridir" buyurdular. "Evet efendim" dedim. Bu tacı on çıkı içinde muhafaza etmemi emir buyurdular. Sonra nefy ü isbatı habs-i nefesle hafî olarak yapmamı bana telkin ettiler.

Hâce Abdülhalık Gucduvânî hazretlerinden işittiklerimin cümlesiyle amel ettim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin ehâdîs-i nebeviyyelerini önümden eksik etmedim. Ashab-ı kiram hazarâtının izlerini takib ettim. Onlara tâbi oldum. Âlimlerden ayrılmadım. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla O'nun nice eserlerini müşahede ettim..

Hâce Alâeddin Attar, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinden nakleder: "İlk zamanlarımda idi. Bir gece Zivertun mescidinde kıbleye dönmüş ve bir direğe dayanmış olarak oturuyordum. Fena gaybetinin eseri başladı. Ağır ağır beni istila etti. Ben tamamen mahvoldum. Bu tam mahv u fena halinden sonra bana: "Uyan! Sen matlub ve maksuda vasıl oldun!" dediler. Bundan bir müddet sonra beni vücuduma geri verdiler."
Hâce Alâeddin Attar, Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinin şöyle anlattığını nakleder: "İlk zamanlarımda idi. Zivertun'da bir bahçede idim. Aile efradım da benimle beraber o bahçede bulunuyorlardı. İlâhî cezbe, rabbani inayet eserleri zahir olmaya başladı. Bana bir ıztırab ve kararsızlık hali geldi. Hiçbir işim olmadığı halde malum işimle de meşgul olmadım. Kalktım, kıbleye dönüp oturdum.

Bu teveccüh esnasında bana gaybet hali geldi ve fenayı hakikiye dönüştü. Fenâ-fillah'ın hakikatına ulaştım. Bu esnada kendimi bir denizde ve sonu olmayan bir yıldız olarak gördüm ve mahvoldum. Vücudumda hayat eseri kalmadı. Ben bu halde iken başımdakiler beşerî halimin bana iadesi için ağlıyorlarmış.
Hâce Bahâeddin Nakşbend kuddise sirruh'a başlangıç zamanlarında Üveys el-Karanî radıyallahu anh'ın rûhâniyeti teveccüh etmiş, zahirî ve bâtınî alâkalardan ayrı olarak onunla mülakat etmiştir. Aynı şekilde Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî hazretlerinin rûhâniyetine teveccüh edip onunla da bütün alâkalardan sıyrılmış olarak mülakat eylemiştir.

Hâce Hazretleri ilk zamanlarında Üveys el-Karanî hazretlerinin rûhâniyetine teveccüh edip kendi vasıflarından sıyrılarak uzun müddet onun siretiyle yaşadı. Sonra tekrar kendi siretine girdi.

Hâce Nakşbend hazretleri buyurmuşlardır ki: "Bu tarikatte kendi vücudunu nefy edip nefsini görmemek büyük bir başarı olup Allah'a vasıl olmanın ve kabul edilmenin sermayesidir. Bu şekilde ben kendi nefsimi bütün tabakalardaki mevcudatın nefislerine nisbet eyledim, bütün mahlukat ile kıyas ettim, hakikat gözüyle hepsini de kendi nefsimden güzel buldum.

Bütün fazlalıklara baktım, her birinde bir fayda gördüm, kendi nefsimde görmedim. Sonra köpeğin artığına baktım, "bunda da ne fayda olacak?" dedim. Sonra kendime geldim gördüm ki onda da bir fayda vardır. Gerçek olarak bildim ki asla nefsimde bir menfaat yoktur."
Hâce Alaeddin Attar anlatıyor: "Hâce Nakşbend hazretleri, bu tarikatta olanlara şefkatinden dolayı himmet yüceliğinin ne olduğunu öğretir ve derdi ki: "Maksuda ermek için ayağınızı başıma basıp geçmedikçe size hakkımı helal etmem."
Hâce Nakşbend hazretlerinin sözlerini toplayan Hâce Salâh der ki: "Şu hadise, müridin bütün menzillerinde şeyhinin onun rehberi olduğunu gösterir. Bütün hal ve sıfatlardan terakki etmek, şeyhin zahir ve bâtın lûtf u himmetine bağlıdır.

Çünkü müridi himmet burakına bindirip beşeri kayıdlardan mele-kiyyet burçlarına yükseltecek olan şey, mürşidin himmetidir. Hazret-i Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, Hazret-i Ali radıyallahu anh'e emretti ki, "ayaklarınla omuzlarıma bas, Kabe duvarındaki putları kır." Hazret-i Nakşbend, bu sözüyle bu hâdiseye işaret etmiştir.
İlim ehli birisi şöyle anlatır:
"Hâce hazretlerine muhabbetim olduğu halde gidemezdim. Buhârâ'da ilimle meşgul olduğum günlerden birinde akşam vakti Hâce hazretlerine gitmekte niye acele etmiyorsun?" dedi.

Ben de: "Onun nurani meclisini bu kesif vücudumla ne hakla kirletebilirim? Onun huzuruna gitmem için temizlenmem lâzım" diyerek özür beyan ettim.

O talebesinin teşvikiyle Hâce hazretlerinin menziline ertesi sabah vardım.

Mübarek simasıyla şereflendim. İhvanından birine dönüp dedi ki: "Ehl-i ilimden olup bize muhabbeti olan biri vardır.

Bazı vakitlerinde bizimle sohbet etse.." Sonra bana dönüp: "Sizinle niye az görüşüyoruz?" dedi. Ben de "Sizin meclisinizi bu kesif vücudumla bulandırmaya ne hakkım olur?" dedim. Bana dedi ki: "Hâl bildiğin gibi değil. Gel gidelim, sana bir arkadaşımı gösdereyim" dedi. Beni bir yere götürüp bir köpek gösterdi.

Yolda beni hem tecrübe eder, hem sohbet ederdi. Bana dedi ki: "İşte arkadaşım bu hayvandır. Sizin hikayeniz de ne ola kil?" Sonra bir şiir söyledi: "Şu köpeğin hali, ruhu için bir mahal, kalbi için bir kıymet takdir edenin halinden daha güzeldir."
Bunu Hâce hazretlerinden nakleden zât der ki:
"Bak ey kardeşim! Bu emsalsiz tevazu, bu müstesna zattan sâdır olmuştur. O, terakki ettiği makamlara bununla terakki etmiş, nail olduğu şeylere bununla nail olmuştur. Onun tarikatının temeli budur.

Şeyh Ebu Medyen bu mânâya işaret ederek: "Nefsi için hal ve makam isteyen kimse, muamele tariklerinden çok uzakta kalmıştır."
Atâullah el-İskenderî "Hikem" inde der ki:
"Bütün ma'sıyet, gaflet ve şehvetlerin aslı nefisden razı olmak, bütün taatlarm ve manevi uyanıklık halinin devamı, iffetli olmanın aslı da nefsin emrine uymamaktır. Nefsinin emrine uymayan bir cahile tâbi olmak, nefsinin emrine uyan bir âlime uymaktan daha iyidir. Bu tecrübe edilmiş bir ilaçtır. Öldürücü zehiri bununla giderip şifa bulabilirsin."
Hâce Alaeddin Attar hazretleri, bu yolun hakikat erlerinden nakleder ki, şöyle buyurmuşlardır:
"Bu tarikata giren, kendi nefsini Firavundan yüz kat aşağı bilmedikçe bu tarikattan istifade edemez."
Kıpçak sahrası tarafından Buhâra'ya büyük bir ordu gelip kaleye girdiler. Asker hayli fazlaca olduğu için izdiham sebebiyle bir kısmı dışarıda kaldı ve orada otururdu. Orayı mescid yapmışlar, cemaatle namaz kılarlardı. Bizzat kendisi de o temizlik işlerine iştirak ettiğini sonra bize nakletti.
Hâce Bahâeddin Nakşbend hazretlerinden naklolunmuştur, şöyle anlattılar: "İlk cezbe hallerindeydim. Kendisiyle Allah için muhabbetleştiğimiz birisiyle karşılaştım.

Bana dedi ki: "Öyle zannediyorum, Allah katında sevgililerdensin. "Ben de dedim ki: "Sevgililerin nazarı bereketiyle onlardan olmayı ümid ediyorum." Bana sordu:
- Günlerini nasıl geçiriyorsun?
- Bulunca şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum, dedim. Tebessüm etti ve dedi ki:
- Bu iş gayet kolay. Asıl mesele, bir haftada bir lokma yiyecek, bir yudum içecek bulamadığın zaman nefsini razı edip boyun eğdirmektir. Öyle ki sen ona bir şey vermeyeceksin, o da sana baş kaldırıp istemeyecek!
Kendisine ısrar ederek bu hususta bana yol göstermesini rica ettim. Dedi ki: "Sahraya çıkacaksın. Nefsin bütün mahlûkattan ümidini kesinceye kadar yürüyeceksin.

Belki biri çıkar da faydası olur, diye ümid edemez hale geleceksin. Bu şekilde üç gün yola devam et. Dördüncü gün karşına bir dağın eteklerinde çıplak bir ata binmiş bir süvari çıkacak. Ona selam verip geç.

Sen üç adım gidince, arkandan: "Ey delikanlı! Yanımda bir ekmek var, almaz mısın?" diyecek. Sen ona dönüp bakma. Bu şekilde yoluna devam et" dedi.