Tasavvufun Doğuşu (7)

Diğer taraftan ilim, irfan ve mâneviyât tahsil etmek maksadıyla Mescid-i Nebevî'de ikâmet eden ve kendilerine "ehl-i suffe" denilen bu sahâbe topluluğu, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın teşvikiyle zühd ve takvâda temâyüz etmişlerdir.

Hattâ Allâh'ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbın zenginlerinden bu zümrenin iâşe ve ibâtesi husûsunda yardımcı olmalarını talep etmiştir. Bu durum; tasavvufî davranışların, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sünneti karşısındaki mevkiîni ve onun nebevî bir tasdîke dayanmış olduğunu gösteren târihî bir gerçektir.


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den sonra sahâbe nesli arasında başgösteren siyâsî ihtilâflar karşısında "ehl-i suffe"den hayatta olanlar hiçbir tarafı iltizâm etmeyerek tarafsız kalmışlardır.


Hattâ bu ihtilâfların müminler arasındaki kardeşlik duygularını zaafa uğratmasından ibret alarak zühd ve takvâda daha da ileriye gitmişlerdir. Bu hâl de, neşve-i sûfiyyenin ziyâdeleşmesine vesîle olmuştur. İhtilaflara karışmayı mânen tehlikeli bulan diğer bâzı sahâbe de, onlara iltihâk etmiş ve böylece zühd ve takvâ yolunu tutanların sayısında bir çoğalma görülmüştür.


"Sûf" kelimesinden "ehl-i suffe" ve onların riyâzât ve takvâlarından "tasavvuf" ve "mutasavvıf" kelimeleri zamanla neş'et edip yaygınlaşarak tarihin seyri içinde müesseseleşmiştir.


İslâm âlimleri, Kur'ân ve sünnete bağlılığı esas aldıklarından takvâ yolunda yürüyen mutasavvıflar da ortaya koydukları eserlerde tasavvufî görüşleri aynen müctehidler gibi şer'î gerçeklerle te'yîd edegelmişlerdir. Ancak bu yolda rehberlerin, yâni meşâyıhın, zâhiri hazmetmiş insanlardan seçilmediği bir kısım tarîkatlerde "neşve-i sûfiyye"nin galebesi sebebiyle bazı ayak kaymaları olmuştur. Ancak tarîkatler arasında şeyhleri umûmiyetle hâcegândan, yâni ilim erbâbı âlimlerden, dînin zâhirini de hazmetmiş insanlardan gelenler, bu ayak sürçmelerinden korunabilmiştir. Tasavvuf târihinde Kitab ve Sünnet muhtevâsı içinde devâm eden Nakşîlik ve emsâllerinin şer'î gerçeklere sadâkatini ifâde etmek için mâruf tâbiriyle:


"Pergelin sâbit ayağı şeriattır." hükmü, harc-ı âlem bir düstûr olmuştur.
Nitekim Hazret-i Mevlânâ buyurur:



"Biz pergel gibiyiz. Sâbit ayağımız şeriatta, öteki ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmaktayız."


"Şeriat bir muma benzer, ışık tutar, yol gösterir. Mumu ele almakla yol aşılmış olmaz. Ama o ele alınmadan da yola düşülemez. Şeriatin ışığında yola düşüp gitmeye başladın mı, işte bu gidişin tarîkattir."