Tasavvufun Doğuşu (6)

Dînin gâyesi; güzel, ince rûhlu ve iç âlemini temizlemiş insan yetiştirmektir. Bu da, Hakk'a kulluğu idrâk ile olur. İslâm'a göre ideal insan, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkı ile ahlâklanmış olan kimsedir. Bu ideale varabilmenin yolu ise kalbî eğitimden geçer.


Kalb cevherini parlak bir ayna gibi Hakk'ın tecellîlerine mâkes kılmak, orada zikrin mekân bulması ile mümkündür. Kalbin bu güzel hâl ile Hakk'a yönelmesi, îmânın parlak tezâhürlerine vesîle olur.


"Zühd", "takvâ" ve "ihsân" vâsıtalarıyla mânevî terakkî yolu açık tutulmayıp, sırf zâhirî hükümlerle yetinmek kesin olarak emredilseydi, istîdâdlı insanların Allâh'a vâsıl olabilme imkânı ellerinden alınmış ve insanoğlunun nihâî noktalardaki istîdâdı da gözardı edilmiş olurdu. Bu takdirde, her irâde ve hükmünde hikmet sâhibi olan Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî tanzîmine -hâşâ- noksanlık izâfe edilmiş olurdu.


İfâde ettiğimiz gibi; kulun, Rabbini her an görüyormuşçasına kendisine çeki-düzen verip, o minvâl üzere hayatını tanzîm etmesi ve ilâhî müşâhedenin kalbde sabitleşerek şuur hâline gelmesi demek olan "ihsân" bir bakıma Allâh'a yakın kulların rûh mîrâcıdır.

Bu açıdan ihsân; mânevî, rûhî, sırrî ve ilâhî hakîkattir. Mutasavvıfların hedefi de, işte bu hakîkate ulaşmaktır. Bu da, Allâh ile kurulan rûhî ve derûnî râbıtayı ifâde eder. Sıhhatli bir şekilde bu râbıtayı kuran kişi, Rabbin velî kulu hâline gelir. Böylece o, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olur.


Ancak bu hakîkate ulaşılamadığı takdîrde, maksûda vâsıl etmeye kudreti olmayan zâhir ve taklîd ile iktifâya mahkûm kalınır.


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâkı ve yaşamış olduğu rûhânî hayatı, sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn tarafından örnek alınmış, bu hayatın zâhir ve bâtın, görünen ve görünmeyen, îzâh edilen ve edilemeyen netîceleri, bir evvelki nesilden bir sonraki nesle aktarılmıştı. Ancak bu şekilde devam eden mânevî hayat, bütün ümmete şâmil olup, husûsî bir zümreye mahsus değildir.




Temel İslâmî anlayış böyle olmakla berâber, tasavvufa -daha ziyâde- hâricî bir gözle bakanlar veya menfî bir tavır almış olanlar, onun menşei hakkında çeşitli iddiâlar ortaya atmışlardır.


Sırf ses benzerliğinden hareket ederek bu muazzez faâliyetin, Yunanca "hikmet" demek olan "sofos"tan geldiğini iddiâ edenler olduğu gibi, ona İsrâilî bir menşe uyduranlardan, onu Hint mistisizmine bağlayanlara kadar çeşitli yersiz görüşler ortaya atanlar olmuştur. Bunlar, kelime veya muhtevâ benzerliklerine ağırlık vererek ortaya konulmuş yanlış görüşlerdir.


Hakîkatte ise "tasavvuf" kelimesinin hangi kökten geldiği konusunda İslâm âlimleri arasındaki görüşler, onun tamamen İslâmî kaynaklı olduğunu ortaya koymaktadır.


Bu hususta muhtelif görüşler arasında; tasavvufun, arınmışlık ve seçilmişlik anlamına gelen; "safâ", "safvet" ve "ıstıfâ" kelimelerinden neş'et etmiş olacağı ifâde edildiği gibi, ona âit üslûbun ilk tezâhür şekli olan "ehl-i suffe" nâmıyla yâd edilen ashâbdan bâzı ubbâd (âbidler) ve zühhâd (zâhidler)'in giydikleri "sûf" denilen yün hırkadan alındığı görüşü genel kabul görmüştür.