Tasavvufun Doğuşu (2)


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ âlemine teşrîfinden itibaren, kırk yıl dehşetli bir câhiliyye toplumu içinde yaşadı. Buna rağmen ilâhî sıyânet, muhafaza ve terbiye altında büyüdü.


Câhiliye döneminin hiçbir mâsiyetine bulaşmadı. Hattâ nübüvvete hazırlık mâhiyetinde mübarek sadırları yarılarak kalb-i şerîfleri temizlenmiş, mânevî füyuzât ve nurlarla müzeyyen kılınmıştır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberlikten önce de tevhid muhtevâsı içinde asîlâne bir hayat yaşamış, bilhassa risâletle vazifelendirilmesine yakın zamanlarda kendini daha çok Allâh -celle celâlühû-'ya gerçek bir kul olmaya adamıştı.


Nûr dağında uzun müddet inzivâlara çekilmiş ve derin tefekkürlere dalmıştı. Bu inzivânın sebebi, zâhirde halkın içine düştüğü sapıklık, zulüm ve sefâletten gönlüne akseden ızdıraplarla bütün âleme şâmil merhameti idi. Hakîkatte ise, insanlığa ebedî bir meş'ale olan Kur'ân'ın ind-i ilâhîden kalb-i pâk-i Muhammedî vâsıtasıyla beşer idrâkine intikâlini sağlayacak bir hazırlık safhasıydı.

Bu tecellî ve tezahürlerle onun kalb âlemi, gerçek bir sâfiyete ererek, vahyi telakkî edebilecek bir seviyeye ulaştı. Vahye hazır hâle gelen o mübarek kalb, altı ay müddetle sâdık rüyâlar şeklinde tecellî eden mânevî işaretler ve ilhamlara mazhar oldu. Böylece kendisine mâneviyât âleminden esrar perdeleri aralandı. Bu hâl, vahye muhâtap olmak gibi, sıradan kullar için tahammülü imkansız ağır bir yükü taşımak hususundaki fıtrî istîdâdın, zâhire çıkma mevsimi idi. Tıpkı ham demirin derûnundaki istîdâd ile çelikleşmesi gibi…


Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazifelerinin cümlesini şahsiyet ve davranışlarında cem etti. Neseb ve edeb asâleti, cemâl ve kemâl saâdeti onda zirveye ulaştı. Ahkâm vaz etti. Tasavvufun özü olan kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye keyfiyetini tâlim edip, berrak bir kalb ile Cenâb-ı Hakk'a karşı yapılacak kulluk ve duâyı öğretti. En güzel ahlâkı yaşayarak insanlığa mükemmel bir numûne teşkil etti. Kırkıncı yaşı ise, kendisi ve beşeriyet için en mühim dönüm noktası oldu.

Tasavvuf, özü itibariyle gönül âlemimizin selîm bir hâle gelip, mârifetullâh ve muhabbetullâhtan hisse alacak bir seviyeye ulaşabilmesi ve bu sâyede ilâhî vuslata medâr olabilecek bir kıvâma gelebilmesidir. Bu kıvâm, bizi kurtaracak olan rûh, Hira ve Sevr'den kalan mukaddes bir mîrastır.

Zîrâ gerek bu husûsî mekânlarda gerek diğer mekân ve zamanlarda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e, vahyi telakkîde takip ettirilen bu mânevî eğitim, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesinin feyizli zeminini teşkil etmektedir.
Henüz vahiy gelmeden önce belli bir kalbî ve rûhî seviyeye ulaşmış olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ulvî bir hayatın ve yüksek bir ahlâkın içindeydi.


Lâkin ilâhî bir tâlimat ile Hira Mağarası'ndan döndüğünde, eski hayatını fersah fersah aşan yüce bir merhaleye ulaşmış bulunuyordu. Yüce Rabbiyle derin ve kuvvetli bir kalbî irtibâta geçmiş, tevhid ve mârifetullâh nûrunu bütün zerrelerine sindirerek, kullukta takvâ ve huşûun zirvesine ulaşmıştır. Öyle ki, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devam etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh'ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzak kalmamıştır.


Gerçekten O Yüce Varlık, kendisine vahyedilen Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla, devrinin seçkinlerini dahî âciz bırakmış, hayat ve icraatiyle o güne kadar ulaşılmamış ve kıyâmete kadar da ulaşılamayacak olan bir mûcize deryası hâline gelmiştir. Artık kıyâmete kadar vâkî olabilecek hiçbir keşif, O'nu tekzip edemeyecek ve hiçbir mürebbî de O'nun terbiyesinin kâbına erişemeyecektir.


Zamanla Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'deki bu rûhî ve kalbî kıvam, daha da zirveleşmiş, Mahbûb'un Habîb'ine eşsiz ikramı olan Mîraç'la O, bir "sonsuzluk yolcusu" olmuştur. O gece Rabbinin husûsî misâfiri olarak ötelerin ötesine geçmiş, âyet-i kerîmede beyân edildiği vechile:


(1.Kaabe kavseyni ev ednâ: Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîraç Gecesi'nde, Cebrâil dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı Sidre-i Müntehâ'nın ötesine geçirildi. Âyette beşer idrâkine "birleştirilmiş iki yay arası veya daha az" mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle, kullarca telakkîsi muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu. Bkz. Necm Sûresi, 9.)

sırrına mazhar olmuştur.
İsrâ ve Mîraç olarak ifâdelendirilen bu büyük ikram-ı ilâhî, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâk üstü ve tamamen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Beşerî mânâda mekân ve zaman mefhumu kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve müşâhedeler, çok az bir zaman içinde vukû bulmuştur. Âlemleri, kürsîyi, arşı ve sidretü'l-müntehâ'yı aşmış, ru'yetullâh tecellîsine mazhar olarak Rabbiyle vasıtasız bir şekilde mükâleme gibi müstesnâ bir nîmete nâil olmuştur.



Allâh'ın lutfu sâyesinde ulaştığı bu kalbî kıvam ve kemâl ile, bütün beşeriyeti hidâyete getirme iştiyâkı içinde dîn-i mübîni tebliğe devâm etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilâhî emaneti îfâ şuuru, onu zirvelerin zirvesi hâline getirmiştir. Vazifesini icrâya mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddetmiş, Hakk'a kulluğu her şeyin üzerinde telakkî etmiştir. Tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir: