Tasavvufun lüzûmu

Tasavvuf, dînin kalbî hayatı ve özüdür....


  1. Alt 03-02-2009, 20:47 #1
    beyza Mesajlar: 2.053
    Tasavvuf, dînin kalbî hayatı ve özüdür.

    Tıpkı bir meyveyi makbul ve lezzetli kılan içindeki özsuyu gibidir.

    Bilindiği gibi insanın beden ve rûh olmak üzere iki yönü vardır.

    Bunların her ikisinin de fıtrata bağlı olan talepleri mevcuttur.

    İslâm, yaratılıştan gelen bu temâyülleri inkâr etmez.

    Onları birer vâkıa olarak kabul eder.

    Ortaya koyduğu temel ölçüler çerçevesinde makbûl olan

    temâyülleri inkişâf ettirmeye, merdûd olanlarını ise,

    asgarî hadde indirmeye veya makbûl bir gâyenin emrine sokmaya çalışır.

    İnsan, şâyet kendine bedenî îcâb ve ihtiyaçlar çerçevesinde

    bir dünyâ kurarak ulvîliklere âit rûhî taleplerini bastırmaya

    kalkışırsa huzûr ve sükûna kavuşması imkânsız hâle gelir.

    Dîn, insana madde ile mânâ arasında bir denge programı

    takdîm eder.

    İnsanı bir taraftan mânevî iklîme yönlendirirken diğer

    taraftan maddî âlemin îcaplarını da reddetmez.

    İnsanın maddî temâyüllerine mücerred bir mânâ ve ulvî bir

    gâye katar.

    İnsan, sırf ten planında kalıp her şeyi materyalist bir nazarla

    seyrederse,

    en mücerred bir hâdiseyi bile müşahhas ve rûhsuz kalıplar

    hâlinde görür.

    Aslında tasavvufa îtirazların temelinde yatan başlıca

    temâyüllerden biri de budur.

    Hakîkaten insan idrâki,

    maddî ve müşahhas varlıklar kadar, mânevî sırlar ve mücerred

    hakîkatlere de meclûbdur.

    Bu sebeple bütün iş,

    insanın maddî yapısı gibi rûhunun da tatmin olup olmadığında

    düğümlenmektedir.

    Bugün maddî refâhın zirvesindeki Batı,

    rûhî buhranlar ve ahlâkî çöküntüler içerisinde ateizme

    sürüklenmektedir.

    Hattâ Hristiyanlığın merkezi Roma’da bile pek çok ateist

    mevcuddur.

    Çünkü bu insanlar,

    rûhî açlıklarını tatminden mahrumdurlar.

    Bunun temelinde ise ilâhî menbâ ile kalbî irtibatın kopmuş

    olması bulunmaktadır.

    Zîrâ insan eliyle tahrîf edilip, beşerî müdâhaleyle

    şekillendirilen dîn,

    ilâhî berraklığını yitirdiğinden,

    artık kalb huzûruna medâr olacak rûhî muhtevânın çok

    uzağında kalmıştır.

    Bu sebeple de dînin heyecânını duyamayan kalbler,

    huzûr ve sükûna hasret kalmaktadır.

    Dînin vecdinden,

    yâni mânevî heyecândan mahrûm bir insan,

    en muazzam bir rûhî hâdiseye bile maddeci bir gözle bakıp işi

    sâdece şekil planına dökmeye çalışır.

    Böylece kupkuru ve içi boşaltılmış bir dîn anlayışı ortaya koyar.

    Tasavvuf ise, insanı rûha yöneltir.

    Rûha, ferdî istîdâda uygun bir tatmin yolu açar.

    Hakîkaten dinin,

    insan rûhunu tatmîn eden mânevî cephesi ortadan

    kaldırıldığında o,

    sırf fayda üzerine kurulu beşerî sistemler derekesine

    indirilmiş olur.

    Bu takdîrde ibâdet ve kulluk hayâtının sâdece zâhirî ve

    dünyevî menfaat yönüne değer verilip onun asıl gâyesi olan

    kalbî istifâdesinden mahrum kalınır.

    Meselâ namaz bir antrenman,

    oruç perhiz,

    zekât sosyal yardımlaşma gibi

    menfaat planına taşınarak

    bu gibi tâlî faydalarla asıl gâye bertaraf edilmiş olur.

    Ya da kulluk ve ibâdetlerin edâsı için gerekli olan şartların sırf

    zâhirî kısmında kalınır.

    Bunun ise dînin özünden uzak ve gayr-i İslâmî bir anlayış

    husûle getireceği,

    insan rûhunun ihtiyâçlarına cevap veremeyeceği ve fıtrî olan

    din duygusunu tatmîn edemeyeceği âşikârdır.

    Dînî vazîfelere kalbî bir derinlik kazandırmanın yolu tasavvufî

    terbiyedir.

    İnsanlar,

    dinde derinliğe erişebilmek için birtakım arayışlara

    yönelmişler ve netîcede tasavvufî terbiyeye ulaşmışlardır.

    Ayrıca varlıklar, en basitten en mükemmele doğru bir

    sıralamaya tâbî tutulduğunda zirveyi, “insan” teşkîl eder.

    İnsanların da -fıtrî sermâyeye dayanan- istîdâd ve iktidarları

    çok muhtelif seviyeler arz eder.

    Bu da dünya hayatında ictimâî âhengin sağlanabilmesi için zarûrîdir.

    Cenâb-ı Hak, murâd-ı ilâhîsinin muktezâsı olarak insanları

    zâhirî istîdâdları gibi,

    mânevî istîdâdları itibâriyle de muhtelif seviyelerde

    yaratmıştır.

    Kullarından tâkat fazlasını istemediği gibi verdiği istîdâd

    nisbetinde de onları mes’ûl kılmıştır.

    Rahmeti gazabından çok olan Allâh Teâlâ’nın nihâyetsiz

    merhameti, bütün mahlûkâta şâmildir.

    Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bütün insanlığın mükellef bulunduğu

    dînî teklîfleri takdir ve tâyin ederken asgarî seviyeyi esas

    almıştır.

    Yâni, en âciz ferdin dahî tâkat getirebileceği bir seviye ile

    tahdîd buyurmuştur.

    Fakat, umûma âit mükellefiyetlerden daha fazlasını yerine

    getirmeye fıtraten kudret,

    iştihâ ve istîdâdı olan kimselere mânevî inkişâf kapısını

    kapatmak, ilâhî adâlete aykırı düşeceğinden,

    böyleleri için de rûhî ihtiyaçları istikâmetinde bir yolun

    mevcûd olması tabiî ve zarûrîdir.

    Yâni bu,

    şer’î vazîfelere ilâveten bir de kalb âleminde yükselme

    istîdadı olan müminlere zühd,

    takvâ ve ihsân ile mesâfe almayı sağlayacak bir yolun açık

    tutulmasından ibarettir.

    Bu yol ise, bilindiği üzere tasavvuftur.

    Bu gerçekler de, tasavvufun lüzûmunun aklî ve dînî mesnedlerindendir.

    Kalbin itminâna ermesi, yâni huzûr,

    sükûn ve saâdete kavuşması, mânen ulaştığı seviyeye

    bağlıdır.

    Bunun için de kulun mânevî bir terbiyeden geçmesi îcâb eder.

    Zîrâ kalbin ilim ve hikmetle dolması, dînin yüksek

    hakîkatlerine muttalî olması ve kulun mânen tekâmül

    edebilmesi,

    ancak birtakım ameliyeler netîcesinde mümkün olabilir.

    Nitekim beşeriyyete nümûne olarak gönderilen peygamberler

    bile,

    vahye muhâtap olmadan önce bir hazırlık döneminden

    geçirilmişlerdir.

    Zîrâ kalbin,

    latîf mânevî tecellîleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten

    arınması, hassâsiyet kazanması ve belli bir kıvâma ulaşması

    gerekmektedir.

    Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,

    daha peygamberlikle vazîfelendirilmeden önce Hira mağarasında îtikâfa16 çekilirdi.

    Mûsâ -aleyhisselâm-,

    Cenâb-ı Hak’la mükâlemesinden evvel,

    Tûr-i Sînâ’da kırk gün,

    bir nevî riyâzata girmişti.

    Yusuf -aleyhisselâm-,

    Mısır’a sultân olmadan önce on iki sene zindanda kaldı.

    Orada çile, riyâzât, mücâhede ve meşakkatin bütün

    kademelerinden geçirildi.

    Böylece mübârek kalbi,

    Allâh’tan gayrı bütün istinadlardan ve alâkalardan tamâmen kesildi.

    Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-,

    Mîrâc’a çıkmadan evvel

    İnşirah Sûresi’nin sırrına mazhar oldu.

    Sadrı açılarak kalb-i şerîfleri yıkandı.

    İlim ve hikmetin rûhâniyetiyle dolduruldu.

    Çünkü O, Mîrâc’da acâib ve garâib hâdiselerle karşılaşacak,

    beşerî kesâfetle görülemeyecek esrâr-ı ilâhîyi ve değişik, latîf manzaraları seyredecekti.

    Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş geçmiş

    bütün insanların en temiz kalblisi idi.

    Bunu kâfirler bile kabul ediyorlardı.

    Buna rağmen Âlemlerin Rabbi’nin saltanâtı ve esrâr-ı ilâhîsi

    kendisine gösterileceği için tekrar mânevî bir ameliyeden

    geçirildi. “Şakk-ı Sadır”17 hâdisesi vâkî oldu.

    İşte bu da, kalbî hayatın ehemmiyetini ifâde eder.

    İsmet, yâni günah işlememek sıfatıyla mücehhez olan

    Peygamberler bile,

    latîf oldukları hâlde ilâhî huzûra kabul için bir kalb tasfiyesinden geçirilmiştir.

    Allâh’ın seçkin kulları olan Peygamberler dahî kalb

    tasfiyesinden geçirilirse,

    diğer insanların kalbî arınmaya ne denli muhtaç olduğu ortaya

    çıkar. Zîrâ kesîf bir kalb ile,

    Latîf’e yaklaşılamaz.

    Burnu duyarsızlaşmış birisi gülün,

    karanfilin kokusundan bir hisse alamaz.

    Buğulu bir camdan net bir manzara seyredilemez.

    Bu sebeple kalbin mânevî hassâsiyetinin ziyâdeleşerek ilâhî sır

    ve hikmetleri alıcı hâle gelmesi için kesâfetten arınması,

    letâfete bürünmesi zarûrîdir.

    Cenâb-ı Hak:

    “O gün ne mal fayda verir, ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (tertemiz bir kalb) ile gelenler müstesnâ…”

    (eş-Şuarâ, 88-89) buyurmuştur.

    Kalbin selîm hâle gelmesi ise, ancak mânevî terbiye ile sâfiyet kazanmasına bağlıdır.

    Denizin kumsalla birleştiği yerde, kumlar arasında,

    tornadan çıkmış gibi pürüzsüz taşlar bulunur.

    Asırlarca dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzlerinden

    arınmış, cilâlanmış, pırıl pırıl olmuş,

    ayrıca granit gibi de sağlamlaşmıştır.

    Ham bir pırlanta mâdeni de kesilip biçilmeden,

    üzerinde birçok bıçak darbesi ve usta mahâreti işlemeden o

    parlaklık ve şeffaflığı kazanamaz.

    Bir gram altını elde etmek için belki bir ton toprağı elemek

    îcâb eder. Yâni her varlık bir çeşit terbiye ve incelmenin

    netîcesinde kıymet kazanmaktadır.

    İşte kalb de âyette buyurulan “selîm” vasfına kavuşabilmesi

    için mânevî terbiyeye muhtaçtır.

    Zîrâ mânevî terbiye öncesinde kalb, soğuk demir gibidir.

    Onun arzu edilen şekli alabilmesi için evvelâ ateşte

    tavlanması, paslarından kirlerinden arınması,

    katılıktan çıkıp yumuşaması ve dövülmesi gerekmektedir.

    Ancak bu merhalelerden sonra arzu edilen şekli alıcı hâle

    gelebilir.

    Tıpkı bunun gibi bütün bu ameliyeler tatbîk edilmeden, kalbî kemâlât da gerçekleşemez.

    Kalbî kemâlât gerçekleştikten sonra ise baş gözüyle görülemeyen,

    akılla idrâk edilemeyen hakîkatler âlemi, bir zevk hâlinde kavranır ve kalben hissedilir.

    Bunun için kalbî tâkat ve dirâyeti olgunlaştırmak gerekmektedir.

    Meselâ, sıradan biri denediğinde belki kemiklerinin kırılmasına sebep olacak bir hareketi,
    uzun antrenmanlar netîcesinde bir sporcu kolaylıkla yapabilmektedir.

    Bu, vücûdun bütün gücünü tek noktada teksîf etmenin bir netîcesidir.

    Bunun gibi kalbin de Cenâb-ı Hakk’ın zikri ve
    Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetinde yoğunlaşıp güçlenmesi îcâb eder.

    Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

    إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

    “Gerçek müminler ancak,
    Allâh anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”

    (el-Enfâl, 2) buyurur.

    Kalblerin bu hâle gelmesi için mâsiyetten arınması,

    mânen olgunlaşması zarûrîdir.

    Zîrâ kesâfet dolu ham bir kalbin Allâh ile lâyıkıyla irtibâtı mümkün değildir.

    Bir ilkokul çocuğu,

    hukuk talebesine okutulan kitaplardan bir şey anlayamaz.

    Çünkü zihin henüz o kıvâma ve olgunluğa ermemiştir.

    Daha yıllar sürecek bir tahsîle muhtaçtır.

    Bunun gibi kalbin de bir tâlim ve terbiyesi vardır.

    Kesâfetle dolu, arınmamış bir kalbin Allâh’a vuslat yolunun inceliklerini idrâk etmesi çok zordur.

    Kulun Allâh katındaki makbûliyyeti daha ziyâde kalbî inkişâfa

    bağlı olduğundan,

    kalbin kemâle ermesi için başlı başına bir mânevî eğitime

    ihtiyaç vardır.

    Bu eğitimin adıysa, tasavvuftur.

    Hakîkaten bütün iş kalbde düğümleniyor ve Cenâb-ı Hak,

    ibâdet ve davranışlarda daha ziyâde kalbin hangi vasıfta

    olduğuna ehemmiyet veriyor.

    Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

    “Allâh Teâlâ, sizin bedenlerinize ve görünüşlerinize değil, ancak kalblerinize bakar.”

    (Müslim, Birr, 33)
    buyurmuştur.

    Meselâ Allâh için ibâdet ve hizmetlerde kuvvet olması kasdı

    ile yemek yenirse,

    o dahî ibâdet hükmüne girer.

    Çoluk-çocuğunun rızkını helâlinden

    kazanmak için çalışan bir kişi,

    attığı her adımda sevap kazanır.

    Çünkü kalbin ameli olan niyet hayırlıdır.

    Giyim-kuşam da bunun gibidir.

    Meselâ, sarık sarmak sünnet-i seniyyedendir.

    Fakat sarık saran kimse,

    kalbî hayatını inkişâf ettirmeli,

    şefkat, merhamet gibi ahlâkî vasıflarla bu şeklî sünneti temsil

    liyâkatine kavuşmalıdır.

    Aksi hâlde sâdece şekil yeterli olmadığı gibi kişiyi ucba da sevkedebilir.

    Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:

    Dervişlik olaydı tâc ile hırka
    Biz dahi alırdık otuza kırka

    Yine bunun gibi, İslâm’da tesettür,

    yâni kadının örtünmesi şarttır.

    Fakat onun şeklen mestûre olduğu gibi rûhen de mestûre

    olması lâzımdır.

    Eğer dış kalıp tesettürlü,

    fakat rûh çıplak,

    yâni gâfil ve hoyrat ise şartların zorladığı veya nefsin fırsat

    bulduğu anda o tesettür biter.

    Ayrıca kadının,

    örtüsünün altında kadınlık misyonunu kaybetmemesi lâzımdır.

    Çünkü kadına evin tanzîmi ve zürriyet emânet edilmiştir.

    Onun için her hususta kalbî hayat çok önemlidir.

    Tabiî ki şeklin de kalbî hayatla beraber olması gerekir.

    Bir insan Allâh’ın koyduğu tesettür hudutlarının dışına

    çıkamaz.

    Fakat sırf tesettür de her şey değildir;

    ilâhî emirlerin yalnız bir bölümüdür.

    Meselâ, câmi yaptırmak da çok büyük bir hasenâttır.

    Fakat câmi yaptıran kimsede kalbî olgunluk yoksa,

    gurur ve kibir içinde,

    “ben yapıyorum,

    ben ediyorum”

    diye övünme ve kendini beğenme hâlleri

    beliriyorsa,

    -Allâh korusun- onun bu büyük hayrı küçülüverir.

    Zîrâ “ben” diyeni

    Hak Teâlâ küçültür,

    zelîl eder.

    “Bu Senin lutfundur, yâ Rabbî!”

    diyeni ise yüceltir.

    Onun için insanın davranışlarını makbûl kılan,

    kalbî hassâsiyetleridir.

    Bu yüzden,

    her davranışın bir ibâdet vecdiyle,

    her ibâdetin de kalbî bir rikkat ile îfâ edilebilmesi yolunda,

    kalbi terbiye etmek demek olan tasavvufun insan hayatındaki

    önemi hiçbir zaman inkâr edilemez.

    Hakîkaten ibâdetlerin birbirini tamamlayan şekil ve rûh olmak

    üzere iki yönü vardır.

    Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlerin zâhirî şartlarını,

    rekatlarını vs. bildirmez.

    Onların hangi rûhî keyfiyet ve kalbî hassâsiyetle edâ

    edileceğini bildirir.

    İbâdetlerin sûretiyle ilgili tarafını ise sünnet-i seniyye ile öğrenebiliriz.


    İbâdetlerin zâhirî kısmını,

    münâfıkbaşı Abdullâh bin Übey bin Selûl de yapardı.

    Mescid-i Nebevî’ye gelir ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve

    sellem-’in arkasında şeklen namaz kılardı.

    Yâni ibâdetlerin sûret kısmını bir münâfık bile yapabilir.

    Bu da gösteriyor ki; sırf şeklen yapılan ibâdetlerin Allâh

    katında hiçbir değeri yoktur.

    İbâdetin makbûl olması, şekil ile rûhun müşterekliğine bağlıdır.

    Nitekim İslâm’ın şartlarından namaz,

    oruç, zekât ve hac ile ilgili âyet ve hadîsler umûmî olarak

    incelendiğinde bu gerçeği görmek hiç de zor değildir.

    Bunlardan namaz ibâdetiyle ilgili olarak bir âyet-i kerîmede:


    “…
    Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”

    (el-Ankebut, 45) buyurulmuştur.

    Fakat bir kimse namaz kıldığı hâlde kötülüklerden

    sakınamıyorsa,

    o namaz, “huşû” ile kılınamamış demektir.


    Kalbleri huşûdan mahrûm olarak sırf sûret muhtevâsında

    namaz kılanlar hakkında Cenâb-ı Hak:

    “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazı gâfilâne kılarlar.”

    (el-Mâûn, 4-5) buyurmuştur.

    Yine diğer bir âyet-i kerîmede:

    (Ancak) namazlarında huşû sâhibi olan müminler gerçekten kurtuluşa ermiştir…”

    (el-Mü’minûn, 1-2) buyurulur.

    Âyet-i kerîmeler muktezâsınca,

    kurtuluşa eren müminlerin vasıflarından biri de namazı hûşû

    ile kılmalarıdır.

    Namazın kâmil mânâda edâ edilebilmesi için

    zâhirî ve bâtınî bütün şartlarının yerine getirilmesi lâzımdır.

    İki kişi aynı zaman ve mekânda aynı namazı kılarlar,

    fakat bu iki namazın arasında yer ile gök arasındaki kadar fark vardır.

    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

    “Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri,
    beşte biri, altıda biri,
    yedide biri, sekizde biri,
    dokuzda biri hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.”

    (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 321)

    buyurması da namazda riâyet edilmesi gereken kalbî keyfiyete işâret etmektedir.

    Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin vasıflarını sayarken:

    “Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.”

    (el-Mü’minûn, 9)
    buyurur.

    Hazret-i Mevlânâ bu âyet-i kerîme hakkında zâhirî mânâya ilâveten bir de işârî olarak;

    “Namazdan sonra da namazdaki hâllerine devâm ederler.” buyurur ve şöyle der:

    “Bize doğru yolu gösteren,

    bizi kötülükten alıkoyan namaz, günde beş vakit kılınır. Hâlbuki âşıklar dâimâ namazdadırlar.

    Zîrâ âşıkların gönüllerindeki aşk ve ciğerlerini kavuran o ilâhî muhabbet,
    ne beş vakitle yatışır,
    ne de beş yüz bin vakitle geçip gider.”

    Gönlü gafletten uyanmış
    Hak âşıklarının namazını
    Yûnus Emre Hazretleri ise şöyle tasvîr eder:

    Aşk imâmdır bize; gönül cemâat
    Dost yüzü kıbledir; dâimdir salât

    Gerçekten bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş
    dakikadır.

    Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi

    lâzımdır.

    Zîrâ muhâfaza edilemeyen kalb gaflete dalar;

    bir zaman sonra fıska ve hattâ

    -Allâh korusun- küfre bile kayabilir.

    Bu sebeple kişi, namaz dışında dahî kalbini Cenâb-ı Hak’la

    meşgûl etmeli, O’ndan gâfil olmamalıdır.

    Ehl-i gaflet ise, namazın dışındaki vakitler bir yana,

    namazda bile kalbini toparlamaktan,

    huzûr-i ilâhîde haşyetle boyun bükebilmekten mahrumdur.

    Nitekim bu hususu ifâde bâbında şu kıssa pek ibretlidir:

    Kemâlât yolunda ilerleyen bir derviş, gece vakti mescitte

    namaz kılıyordu. Yağmur yağmaya başladı.

    Dervişin gönlü namazda bir an için evine yöneldi.

    O anda içinden bir ses onu şöyle uyardı:

    “– Ey derviş! Kıldığın bu namazla bizim için bir şey yapmış

    olmuyorsun! Zîrâ sendeki güzel olanı (gönlünü) evine

    gönderdin, buradaysa bedenini bıraktın!..”

    Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:

    “Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların kıldıkları namazdan nasipleri uykusuz kalmaktan ibârettir.”

    (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373)

    Netîcede bütün iş, dönüp dolaşıp kalbî olgunluk ihtiyâcına dayanmaktadır.

    Oruç ibâdetinde de durum,

    namazdan farklı değildir.

    Yâni orucun, hem zâhirî, hem de bâtınî esaslarına riâyetle tutulması gerekmektedir.

    Oruç, günahları silip süpüren bir ibâdettir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

    “Kim fazîletine inanarak ve karşılığını Allâh’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları
    bağışlanır.”

    (Buhârî, Savm, 6) buyurur.

    Orucun gâyesi, açlık çektirmek değildir.
    Cenâb-ı Hak:

    “Ey îmân edenler! Oruç sizden önce gelip geçen ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır.
    Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.”
    (el-Bakara, 183)

    âyet-i kerîmesiyle, oruçtan gâyenin takvâya ermek olduğunu ifâde buyurmuştur.

    Bu bakımdan oruç, sadece mîdenin değil,

    bütün uzuvlarla birlikte kalbin de orucudur.

    Kalb, Allâh’ın verdiği nimetlerin kadrini tefekkür ederek, orucun rûhânî derinliğine nüfûz etmelidir.

    Oruç, insanda merhamet, şefkat gibi hisleri inkişâf ettiren mânevî bir eğitimdir.

    Oruç tutan insanda bu his ve düşünceler galeyâna gelmiyorsa, oruç sûretâ tutuluyor demektir.

    Hele bu ibâdet esnâsında dedikodu ve gıybet yapmak, onun feyiz ve sevâbını imhâ etmektir.

    Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

    “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.”

    (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373) buyurmuştur.

    Bu da gösteriyor ki oruçta da kalbî ve rûhî hayata ihtiyaç vardır.

    Müminin diğergamlık tezâhürü olan zekât ibâdetinde de kalbî hassâsiyet büyük önem arz etmektedir.

    Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlerin vasıflarını sayarken:

    “Onların mallarında, (ihtiyâcını arz edebilen) sâile ve (hâlini arz edemeyen) mahruma bir hak vardır.”

    (ez-Zâriyât, 19) buyurmuştur.

    Eğer bir müminin rûhî yapısı güçlü ise,

    malının zekâtını verirken, sanki kendi malını değil de

    muhtâcın ve mahrûmun kendi malında var olan hissesini iâde

    ediyormuşçasına tabiî, memnûn ve hattâ müteşekkir bir

    şekilde vererek zekâtın hakîkî fazîletine vâsıl olur.

    Çünkü alan şahıs, veren şahsın farz bir ibâdetini yerine

    getirmesine yardım etmektedir.

    Kendisinin kazâ ve belâlardan korunmasına, âhiret nîmetlerine nâil olmasına vesîle olmaktadır.

    Kâmil bir mümin;

    “Muhakkak ki sadaka, muhtacın eline geçmeden evvel Allâh’ın (kudret) eline geçer.”

    (Taberânî, Mûcemu’l-Kebîr,
    IX, 109)18

    hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olabilmek için,

    verdiği malı hakîkatte Allâh Teâlâ’nın kudret eline

    bıraktığının firâsetiyle hareket eder. Bu da, zekât ibâdetinin

    kemâlini sağlayan derûnî bir zemindir.

    Tabiî ki bu nezâket de kalbî olgunlukla mümkündür.

    Hattâ büyüklerimiz; infâk ederken,

    infâk ettikleri şeyi güzelce süsleyip paket yaparak îtinâ ile

    vermişlerdir. Çünkü infâk, önce Allâh’a ulaşacak,

    daha sonra muhtaç kula intikâl edecektir.

    Bunlar, İslâm’ı kalbî rikkat ve nezâketle yaşamanın zarîf tezâhürleridir.

    Cenâb-ı Hak, “… Sadakaları Allâh alır…” (et-Tevbe, 104)

    buyurmak sûretiyle infakta gösterilmesi gereken bu edeb ve nezâkete işâret etmektedir.

    Diğer taraftan bu kalbî hassâsiyetlerden mahrûm bir şekilde,

    kaşıkla verip sapıyla gözünü çıkarırcasına insanı rencide edici

    bir üslûb ile vermek,

    yapılan infâkın ecrini kendi eliyle imhâ etmektir.

    Çünkü İslâm, nâdân, hodgâm ve kaba bir insan tipini

    reddeder. Müslüman hassas, nâzik, rakîk bir insandır.

    Bunlar ise hep kalbî seviyeye bağlıdır.

    Bu kalbî incelikler hac ibâdetinde daha da öne çıkar.

    Hac zâhiren şeklî ve bedenî tarafı ağır basan bir ibâdet

    görünümündedir.

    İhrâm, tavaf, Arafat’ta vakfe, kurban kesmek,

    Müzdelife’ye gitmek gibi.

    Bunlar ise, haccın sâdece sûret tarafıdır.

    Haccın mânevî yapısına bakıldığında ise,

    kıyâmetin ve mahşer gününün hatırlanması,

    ilâhî hesabın tefekkürü,

    geçen ömrün muhasebesi görülür.

    Müminler câmide, makâm-mevkî,

    zengin-fakir ayrımı gözetmeksizin aynı safta,

    omuz omuza namaz kılarlar.

    Bununla birlikte giyim ve kuşamlarına bakarak
    onların ictimâî hayattaki mevkîlerini ve refah seviyelerini
    az çok anlamak mümkündür.

    Fakat hacda bu bile yoktur.

    Milyonlarca insan âdetâ beyaz bir kefene bürünmüş,

    dünyevî rütbe ve apolet farklılığı tamamen ortadan kalkmıştır.

    Hacılar kalbî bir inceliğe, zerâfete ve duygu zenginliğine yönlendirilmiştir.

    Öyle ki ihramlıyken bâzı meşrû şeyler bile yasak hâle gelmiştir. Meselâ, ot koparmak,

    hayvan öldürmek,
    av avlamak,
    hattâ avcıya avı göstermek bile yasaklanmıştır.

    Boş konuşmalar ve gereksiz meşgûliyetler men edilmiş,

    böylece kalb hassâsiyetinin yüksek bir seviye kazanması hedeflenmiştir.

    Kurban ibâdeti de zâhiren müşahhas bir faâliyeti gerektirir.

    Fakat diğer ibâdetlerde olduğu gibi kurbanı da makbûl kılan,

    kalbin ameli olan niyettir. Bu husustaki fermân-ı ilâhî çok

    nettir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

    لَن يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِن يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنكُمْ

    “Onların ne etleri ne de kanları Allâh’a ulaşır; fakat O’na sadece takvânız ulaşır.” (el-Hacc, 37)

    Âyet-i kerîmeden de anlaşılacağı üzere kurban kesmediği

    takdirde etrafın ayıplamasından korkarak veya buna benzer

    düşüncelerle kurban kesenlerin,

    bununla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını tahsîl etmeleri mümkün değildir.

    Nitekim Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın oğullarından

    Kâbil’in, yasak savma kabîlinden sunduğu kurbanının kabul

    edilmemesi, buna karşılık, Hâbil’in samîmiyetle Allâh’a

    sunduğu kurbanın makbul olması, bu gerçeğin diğer bir

    şâhididir.

    Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

    “Onlara,
    Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.

    (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden),

    «– Andolsun seni öldüreceğim» dedi. Diğeri de «Allâh ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)

    Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere ibâdetlerin

    “makbûl”, amellerin “sâlih” vasfa kavuşabilmesi,

    ancak kalbî olgunluk ve dirâyetle mümkün olabilmektedir.

    O takdirde her şeyden önce mânevî terbiye ile kalbin tasfiye

    edilmesinin elzem olduğu gerçeği hâsıl olmaktadır.

    Ancak bunun mânâsını iyi anlamak îcâb eder.

    Çünkü huşû ve takvâ ile ibâdet yapamama endişesi ve riyâ

    tehlikesi sebebiyle, -kusurlu da olsa- yapılmakta olan amelleri

    terk etmek, aslâ doğru olmaz.

    Yapılan amelleri terk etmek değil,

    onları mümkün olduğunca ihlâs, huşû ve takvâ gibi kalbî

    hassâsiyetlerle kemâle erdirmeye gayret etmek lâzımdır.

    Çünkü mâneviyat yolu çetinliklerle doludur.

    Nefsânî temâyüllerle mücâdeleyi gerektirir.

    Netîceye birdenbire ve basit bir şekilde ulaşılamaz.

    Huşû, mânevî yükselişte bir zirvedir.

    Zirveye tırmanmak ise, adım adımdır.

    Bu yolda hem beşerî irâdeyi kullanmak ve hem de Cenâb-ı

    Hakk’ın lutuf ve keremini niyâz etmek lâzımdır.

    Amellerin keyfiyetini kalbin istikâmeti tâyin ettiğinden;

    kalbe kâmil bir istikâmet kazandırmayı hedefleyen tasavvufun

    lüzûmu apaçık ortadadır.

    Bu bakımdan, yüce dînimizi kuru bir kâideler manzûmesi

    olarak görmek ve bu şekilde takdîm etmek arzusunda olan

    kimi çevrelerin tasavvufu red yönündeki çırpınışları hayli

    mânidardır.

    Hatâ, yanlışlık ve istismarlar, her sahada olduğu gibi dînî ilimlerde de vâkî olabilir.

    Bunlar, ehli tarafından gâyet kolay bir sûrette temyîz edilebilir.

    Fakat bu hatâ ve istismarları, -kasıtlı olarak- sırf dînin kalbî hayatı demek olan tasavvuf ilmine münhasırmış gibi göstererek onu red ve inkâr etmek,
    beşerî olan zaaf ve kusurları dîn veya tasavvufun aslına mâletmek gibi bir mantıksızlığın eseridir.

    Yâni, süflî arzuları için tasavvufu istismâr edenlerin

    mevcûdiyeti sebebiyle diğer tarafta istikâmet üzere devâm

    eden tasavvuf anlayışını da reddetmenin hiçbir mantıkî îzâhı

    olamaz.

    Bu durum, tıpkı tıp ilmini yanlış gâyeler için kullanan kimseler var diye, o ilmi tümden redde kalkışmaya benzer.

    Böyle bir anlayış ise, ya çok gâfilce ya da ard niyetli bir düşüncenin mahsûlüdür.

    Tasavvufu yaşadığını zanneden birtakım liyâkatsiz veya kötü niyetli insanların tatbikâtına bakarak onu anlamak

    imkânsızdır.

  2. Alt 03-02-2009, 20:47 #2
    beyza Mesajlar: 2.053
    Zîrâ tasavvuf,

    her kantarın çekebileceği bir yük olmadığından, ehil olmayan

    kimselerin davranışlarında ortaya çıkan muhtevâ ile işin aslı

    arasındaki muazzam fark, insaf ve mantık ölçüleriyle

    bakıldığında sathî bir nazarla bile kavranabilir.

    Tasavvufu, kaba ölçülerle anlamak imkânsızdır.

    Zîrâ tasavvuf, gönül ufkuna âit bir hâdise olup temel harcı

    aşk ve muhabbettir.

    Muhabbetten nasîbsiz kimselere o ne kadar anlatılsa fayda vermez.

    Bu, tıpkı doğuştan gözleri görmeyen bir insana renk târif etmek gibi faydasız bir çaba olur.

    İnsan,
    ne kadar kendi iç âleminin tefekküründen uzaklaşırsa,

    o nisbette otomat ve taklitçi olmaya mahkûmdur.

    İçindeki rûhânî âleme güçlü olarak dalamayan,

    onu tanımayan ve feyz mahrûmu bir insan,
    etrâfındakileri taklîd eder.

    Umûmî cereyâna kendini kaptırır.

    Bir şahsiyet ve karakter vaz edemez.

    İlâhî vuslata nâiliyet, gönlü servet,

    şöhret ve dünyevî endişelerden vazgeçirebilmekle mümkündür.

    Tasavvuf, hakîkatte insan ilmidir.

    Âlemden sıyrılarak kendi rûhunda derinleşen insan,

    hikmet ve hakîkatler sarayının kapısına ulaşır.

    Kur’ân-ı Kerîm’i anlayan ve onu gerçek îmânın yolu olarak

    yaşayanlar,

    hakîkî mutasavvıflardır.

    Mutasavvıf, içinde bulunduğu toplumun dînî yaşayışından

    kendini Allâh’a karşı mes’ul hisseden insandır.

    Hak dostlarından Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri,

    talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder.

    Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri,

    tebessüm eder.

    Talebeleri,

    hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip

    bunun hikmetini sorarlar. Hazret açıklamak istemez.

    Fakat ısrâr edilince şöyle der:

    “– Telkin veren kimsenin kalbi gâfil;
    mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri.
    Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüp ettim.”

    İşte ilim adına tasavvufu red ve inkâra kalkanların hâli de bir

    bakıma ölünün diriye telkin vermesi kadar şaşılacak bir

    durumdur.

    Zîrâ dînî hayatın canlı tutulmasında,

    gelecek nesillere intikâlinde,

    halkın irşâdında ve İslâm’ın tebliğinde târih boyunca ehl-i

    tasavvufun hizmet ve gayretlerindeki muvaffakıyet gözler

    önündedir.

    Nitekim geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed

    Hamidullâh bu gerçeği şöyle ifâde eder:

    “Benim yetişme tarzım akılcıdır.

    Hukûkî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde

    târif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir.

    Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi

    tasavvufî sebeplerle değil,

    hukûkî sebeplerle îfâ ediyorum.

    Kendi kendime diyorum ki:

    «Allâh benim Rabbimdir. Sâhibimdir.

    O bana bunları yapmayı emretmiştir.

    O hâlde yapmalıyım.

    Bundan başka, hak ve vazîfe birbirine bağlıdır.

    Allâh bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir;

    şu hâlde ben ona şükretmekle vazîfeliyim.»

    Batı toplumunda,

    Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri

    hayretle görmekteyim ki,

    Hristiyanların İslâmiyet’i kabulü;

    onları İslâm’ı kabule sevk eden,

    fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil,

    İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir.

    Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur.

    İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman,

    benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap,

    soranı tatmîn etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini

    vermekte gecikmiyordu.

    Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim.

    Şimdi inanıyorum ki,

    Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han

    zamanında olduğu gibi,

    bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet

    edecek olan,

    ne kılıç ne de akıldır; fakat kalb,

    yâni tasavvuftur.

    Bu müşâhededen sonra,

    tasavvuf konusunda yazılan bâzı

    eserleri incelemeye başladım.

    Bu, benim gönül gözümü açtı.

    Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu,

    ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle

    meşgûl olmaktır;

    fakat insan ile Allâh arasındaki en kısa yolda yürümektir,

    şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

    İnsan, kendisine yüklenen vazîfelerin sebeplerini arıyor.

    Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften

    uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmîn etmektedir.”19

    Bu ifâdelerden de anlaşılacağı üzere,

    Kur’ân ve sünnete

    mutâbakatı mutlak olan tasavvufu redde kalkışmak,

    meyve veren ağacı taşlamaktır ve vebâli ağırdır.

    Hazret-i Mevlânâ buyurur:

    “Eğer burnun koku alamıyorsa bâri güle kabahat bulma.”

    Tasavvufun günümüzdeki ehemmiyetinin diğer bir yönü de,

    onun, insanları ıslâh husûsunda tâkip ettiği metod ve

    üslûptur.

    Şer’-i şerîf, hem âhiret hem de dünyâ için mükâfât ve

    mücâzât ile, insanları istikâmetlendirmek gâyesini güder.

    Tasavvuf ise sevgi, şefkat ve muhabbeti kullanır.

    Zamanımızda insanlar,

    ekseriyetle dînden uzaklaşmanın

    ve ağır günahlar irtikâb etmenin rûhî bunalımı içindedirler.

    Böylelerine bir ıslâh ve kurtuluş imkânı sunmanın af,

    müsâmaha ve şefkat yoluyla daha kolay ve daha ziyâde

    mümkün olduğunu hiç kimse inkâr edemez.

    Bu bakımdan zamânımız, tasavvufî gerçekler kadar,

    onun usûlî kâidelerinin de büyük bir ehemmiyet taşıdığı bir

    devirdir. Nitekim, af, müsâmaha ve şefkatle nazar edenlerin

    ülkemizde olduğu kadar, batı âleminde de mânevî fütûhata

    daha ziyâde muktedir ve muvaffak oldukları müşâhede

    edilmektedir. Aklın ve nefsin sultasında bunalan rûhlara,

    İslâm’ı ilâhî bir tesellî nefhası hâlinde sunmak için onlara,

    cezâ vermek niyetiyle ve öfkeyle yaklaşmak yerine, şefkat ve

    merhameti kullanmak, her zaman daha feyizli bir metoddur.


    Bu bakımdan, insanların ekseriyetle ağır günahların zebûnu

    olmalarını, muhabbetsizlik (aşksızlık) eseri olarak telakkî eden

    tasavvuf, bu esas görüşe göre koyduğu usûlî kâideler itibâriyle

    günümüzde İslâmî tebliğin en verimli bir vâsıtasını teşkîl eder.

    Çünkü insanlar dâimâ Abdülkâdir Geylânî, Yûnus Emre,

    Bahâeddin Nakşibend ve Mevlânâ misâli Hak dostlarının

    muhabbet kucağını özlerler.


    Bu hasret ve muhabbeti aksettirmesi bakımından şu misâl

    şâyân-ı dikkattir:

    Bir Mevlânâ âşığı olan Pakistanlı büyük mütefekkir Muhammed

    İkbâl, Türkiye’ye gelirken uçağın Türk hava sahâsına girmesi

    ile birlikte ayağa kalkmış, bir müddet öylece beklemişti.

    Yanındakiler sordu:

    “– Niçin böyle yaptınız?”

    O da, şu mânidar cevabı verdi:

    “– Bu topraklar, Hazret-i Mevlânâ’nın kabrinin bulunduğu

    mübârek topraklardır ve bu mukaddes mekânda yaşayan millet

    de öyle bir millettir ki, yıllarca İslâm’ın muhafızlığını

    yapmıştır. Eğer Türk milleti olmasaydı, İslâm, Arap

    yarımadasında hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde

    Hazret-i Mevlânâ’ya ve onun necîb milletine karşı sonsuz bir

    saygı ve ihtirâm vardır. İşte bundan dolayı, yâni onlara

    hürmeten ayağa kalktım.”


    Böylesi bir muhabbet,

    hayranlık ve ihtiram dolu bu misâl de

    gösteriyor ki, tasavvufun yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biri

    olan Hazret-i Mevlânâ’nın, vefatından asırlar sonra bile İkbâl

    gibi büyük bir mütefekkiri etkileyip onun şahsiyetinin

    şekillenmesinde rol oynaması ve gönül âlemini aşk, vecd,

    muhabbet, incelik, letâfet, mârifet gibi yüce hasletlerle

    tezyin edebilmesi, bir bakıma tasavvufun lüzûmunu sergileyen

    müstesnâ bir hakîkattir. Öyle ki, doğudan batıya kadar nice

    gönülleri kaynaştıran, olgunlaştıran ve zirveleştiren bir

    hakîkat!.. Asırları ve nesilleri kuşatan bir hakîkat!..









    Osman Nuri Topbaş

Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.