Zirvelerin Sultanı Yıldırım Han
Mehmet GÜLGÖNÜL

Zirvelerin Sultanı Yıldırım Han

Bursa’nın Tophane Semti’nden şehrin doğusunu seyredenler, kırmızı yapısı ve ince minaresiyle, koyu yeşil servilerin arasında nazlı nazlı yükselen ve şehrin bir kısmına ismini veren Yıldırım Camii’ni görebilirler. Kosova Şehidi Murad Hüdavendigâr’ın oğlu Yıldırım Bayezid Han’ın yadigârı olan cami, dârü’ş-şifâ-imaret ve türbe ile birkaç parçası kalan külliyenin içinde yer alır. İlk anda, Uludağ’ın eteklerinde kabaran dalgalarda sağa sola savrulan, suların çekilmesiyle usulca irtifa kaybedip ovanın havadar bir tepeciğine Hz. Nuh’un (as) gemisi gibi kurularak şehrin bu tarafını kollayan bir muhafız intibaı verir. Vakarlı duruşunun ardında emsalsiz bir mahzuniyet, bir boynu büküklük hâli vardır aslında. Uzakta, bir sükûnet deryasının kucağında, kendi iç âlemine dalıp huzuru inzivaya çekilmekte bulan bir derviş misâli öylece duran bu mabet, heybetin sınırlarında uçurumları görmenin mahcubiyetini yaşıyor gibidir. Suskun, kimi zaman ümidini kaybetmiş ama yine de affedilmeyi bekleyen, cesaretini bir an için toplayıp belâlara karşı ellerin ters çevrilmesi gibi iki kurşunî kubbesini semaya kaldırıp “Ne olur, bitsin artık bu hüzün, gururun fecaatinden, nefsin desiselerinden Sana sığınırım; gazabından, kahrından, helâkinden, Sana sığınırım Allah’ım!” dercesine kıvranıp durur sanki. Sadece bu bakış bile, taş, mermer ve tuğladan ibaret bu cansız mekâna esaslı bir mânâ yüklemeye yeter. Bu şekilde mazinin sisli dehlizlerine süzülmek, meş’um bir akıbetin sevimsiz simasını tahayyül etmek; zirvelerden gölgeleri, şecaatten nedameti devşirmek mümkündür.

Düşman üzerine korkusuzca atıldığı, saflarını şiddetle parçaladığı için daha şehzadeliği sırasında “Yıldırım” unvanını alır Bayezid Han. Türk beyliklerinin çoğunu itaat altına alarak Anadolu’daki iftirak bulutlarını dağıtan, Tuna boylarında pervaz edip Macar ovalarında kılıç sallayan, Orta Avrupa’nın bağrına kollarını uzatan ilk hükümdar o olur. Peygamber-i Zîşân’ın (sas) sekiz asırdır sahibini bekleyen gül kokulu müjdesine mazhar olmak arzusuyla İstanbul önlerine sancaklar diker. Bizans’ın imdadına gelen ve “Gök yere inse, onu mızraklarımızla tutarız!” nâdânlığı içinde ilerleyen kalabalık Haçlı ordusunu daha Niğbolu önlerinde perişan eder. Zaferlerle kılıcını parlatan sultanın yıldırım hızıyla yayılan göz alıcı şöhreti, kuvvetine denk bir rakibin dikkatini çekmekte gecikmez. Koca bir Asya’yı dize getiren Timur Han, serhattan serhata koşturan, Avrupa ufuklarını gülbanklarla, tekbirlerle, tehlillerle nurlandıran, küffara göz açtırmayıp bilcümle Müslüman’ın haysiyetini yücelten Bayezid’in karşısına dikilir. Dert nedir, paylaşılamayan nedir, bilinmez! Ankara’nın Çubuk Ovası, 1402 Temmuz’unda talihsiz mi talihsiz bir gün yaşar. Taş, toprak al kanlara boyanır. Keder hançerleri yürekleri delerken tarihin günlüğüne kara bir leke çalınır. O zamana kadar mağlubiyet nedir bilmeyen Yıldırım Han, ordusundaki bazı yabancı uyruklu askerlerin karşı tarafa geçmesiyle ihanetin mel’un sillelerine maruz kalır ve esir düşer. Babasını kurtarmaya çalışan Çelebi Mehmed’in son bir gayretle giriştiği harekât da neticesiz kalınca Yıldırım için bütün ümitler tükenir. Ankara Savaşı’yla ömrünün ilk ve son mağlubiyetini alan yüce sultanın zaferlere alışmış ruhu, esarete tahammül edemez; dağlanan yüreği nihayetsiz acıların, sıkıntıların ve nedamet hislerinin demir balyozları altında aylarca ezilir. Aslında, ne ıstırap denizinin gönül kadehine bıraktığı hicran damlaları, ne de rencide olan izzet-i nefsinin iflâh olmaz yaraları, onun Osmanlı asaletinden ve sultanlık ihtişamından bir tutam ıtır dahi uçuramaz. Matem gözyaşları, gizli gizli süzülür çökmüş yanaklarından. Bu zor zamanlarda asla ayağa düşürmez ecdadının yaldızlı gök kubbesini; parçalatmaz, aşağılatmaz istikbal neslinin ümitlerini ve hayallerini. Bu tatsız akıbet, bu tahammül edilmez bekleyiş, nihayet ebediyetin revnakdar bayraklarını açmasıyla son bulur ve yorgun sultan, esaretinden bir yıl sonra ‘Rahmet-i Rahman’a kavuşur. Önce Akşehir’de geçici olarak Şeyh Muhammed Hayrânî Türbesi’ne defnedilir, daha sonra oğlu Şehzade Süleyman tarafından 1406’da Bursa’da yaptırılan türbesine nakledilir. Bursalılar, her seferinden bir zafer müjdesiyle dönen Yıldırım’ı bu kez ebediyete yelken açmış vefakâr ecdatları olarak karşılar ve huşu ile bağırlarına basar. Öyle ya! Hayatı boyunca en heyecanlı ve coşkulu günleri onunla yaşamamışlar mıydı? Niğbolu Zaferi’nin adağı olarak muhteşem “Ulu Cami”yi bu şehrin bağrına diken, Osmanlıların ilk hastanesi “Dârü’ş-şifâ”yı ve Bursa Bedesteni’ni yaptıran; meşhur âlim Molla Fenârî’yi Kadıü’l-kuzat nâmıyla Bursa kadılığına getirerek şehir halkının hizmetine sunan, devrin mânevî babası Emir Sultan Hazretleri’ne büyük hürmet gösterip dualarını alan, Yıldırım Camii’nin eteklerinde hasırlar üzerine kurulmuş meclislerde halkın şikâyetlerini dinleyip onlarla hasbıhale dalacak kadar ‘insanlardan bir insan’ olan; sultanları Bayezid Han değil miydi? Hattâ Süleyman Çelebi, Peygamber (sas) aşkının kıvılcımları bir bir kalbine düştüğünde Mevlid’inin ilk filizlerini Yıldırım’ın bu huzurlu bahçesinde yeşertmemiş miydi?
Çınarların ve servilerin gölgelediği ferah bir tepeciğin fersûde hayatına adım atıp Yıldırım’ın aziz yadigârına dâhil oluruz; evvelâ iri basamaklarla kıvrılan ve engin bir huşu hissine davet eden hacimli merdivenler, sonra bir boşluğun derinliklerine çeken avlunun ürperten sessizliği; bu sessizliği ara ara bozan yaprak hışırtıları, genişlik hissini nizamî ölçüde sınırlayan caminin muazzam duvarları ve nihayet şâkulî yükselen aydınlık çehreli mücerret payandalar... Son cemaat yerindeki mihrap nişlerinin üzerinde gök mavisine ve yeşile çalan 'yıldırım' desenleri Bayezid Han’ı hatırlatır. Maharetli taş işçiliği ve beş bölmeli son cemaat revakıyla fevkalâde ezici bir tesir bırakan cami, rüzgârın hatırı sayılır esintileri arasında ‘nisyan’ın ne olduğunu anlatmaya başlar; yalnızlığın ezici ağırlığı bir çığ gibi düşüverir üzerinize. Osmanlı tarihinde birbirlerinin karakteriyle bu kadar iç içe girmiş kaç cami yahut kaç hükümdar vardır acaba? Bu cami, hayatı fırtınalarla geçen Yıldırım’a nazire yaparcasına, kendi yalnızlığına gömülmüş şehrin uzak bir köşesini tutmaktadır; Bursa’nın merkezinde ve hayatın tam içinde yer alan diğer padişah camilerine dâima gıpta ile bakan, ne var ki her hamlesi neticesiz kaldığı için bir türlü kavuşamayan, nihayet kaderine razı olup şehrin bu yüzünde donup kalmış olan naçar bir damla gözyaşı gibi duruyor. Ve ne gariptir ki, kudretli lodos hücumlarının mermer bedenini ve ön cephedeki şeddadi mermer ayaklarını dövmesine asırlardır ses çıkarmıyor. Kim bilir belki de onu hiç yalnız bırakmayan bu yegâne dostuyla hasbıhâle dalıyor, ıslıklar çalarak gelen lodosa her defasında başını uzatıp bânîsi gibi henüz ölmeden terk edilmiş olmanın hüznünü fısıldıyor. Acaba şiddetli savurmalarıyla pek çok defa minarelerini devirmesine de sırf bu vefasının hatırına mı göz yumuyor; tıpkı Yıldırım’ın, Emir Sultan’ın kimi ikazlarına bile büyük bir hürmet ile “eyvallah” demesi gibi o da, samimi bir tebessümle elini göğsüne götürüp tam bir kemal-i edeple başını eğiyor? Lakin bu acınacak bir vaziyet olmasa gerek, ne olursa olsun hâlinden şikâyetçi değildir o; zîrâ Yıldırım’ın hatırası olarak aynen onun gibi vakur, mağlupken bile şekvaya tenezzül etmiyor. Depremlere, yangınlara ve daha da acısı asla hak etmediği unutulmuşluğa rağmen!

Toprağına Kavuşan Yıldırım
Yıldırım’ın huzurunda diz kırmak, teessüre ve hüzne gark olmak beyhûdedir. Mazinin boynuna asılmış birkaç vukuata bakıp yaşarken evine yurduna uğratmadığı zilletten, şimdi onun kabri başında bahsetmek revâ değildir. Varsın konuşan konuşsun, mağrur sultan desinler.. vatan toprağını korumak, ecdat mirasına sahip çıkmak, kendisine çok görülen vefayı başa taç etmek; Osman’ın aziz hatırasına, Orhan’ın mehabetli şahsiyetine, Hüdavendigâr’ın şahadetine halel getirmemek suç mudur? Atı sürçmeyen yiğit var mıdır? Yüksekten uçanların badireleri de o nispette cüsseli olur, elhak! Tarih, bizim onu gördüğümüz yüzüyle bize bakıyorsa eğer, hislerimize âyine oluyor, kalbimizin mutena bir köşesinde nefes alıp vermeye devam ediyor demektir. Biz, onu düşmanlarının üzerine yıldırım hızıyla atılan bir cengâver, İstanbul önlerinde Nübüvvetin gül kokularına hasret bir Peygamber âşığı, esaretteyken bile “Âlem-i İslâm”ın uhuvvetini düşünen müşfik bir hünkâr, serhat ufuklarında şerareler çakıp vakti zamanı gelince kader toprağına düşen bir yıldırım olarak hatırlıyoruz. Zamanın hangi dilimi, hayatın hangi hakikati bir cihangirin ruhundan bahadırlık mührünü söküp atabilir? Sadece “Yıldırım” ismi bile hayalhanelerimizde kudretin, azametin ve milletine adanmış bir ruhun efsunlu portresini çizmeye yetiyor.

Sevmek ve sevilmek ne zahmetli, yalnızlığı bastırmak ne zordur. Dostun ihaneti ne korkunçtur. Hayatın cilveleri ne muammalıdır! Hayallerin genişliği ne caziptir. Zafer tutkusu ne muhteris, ikbal arzusu ne yakıcıdır. Cihangirâne düşünmek, nam yürütmek ne celâdet, mağlubiyet ne hazindir. Takdire râm olmak ne şeref, ebediyete gülümsemek ne ulvîdir. Burada, şimdi bize bunları düşündüren gösterişsiz bir türbe, seslerimize kendi nefhasını katan kalender bir kubbe, mütevazı bir sanduka, dalga dalga yükselen sağır sükûnet ve muayyen vakitlerde bir hüznü en iyi anlayan dost olarak bulduğu boşluktan süzülen, muhabbetle mezarın başını okşayan solgun mehtap vardır. Sadece bu manzara dahi ölümün sırrını bize haykırır! Ufukları delen fatihler, bir takdirin elinde ve onun biçtiği bir zaman vetiresinde vazifelerini tamamlar da son seferlerinde göklerin derinliklerine kanat çırpmazlar mı zaten? Burada ne devirlerin, ne saatlerin, ne dakikaların hükmü vardır. En çetin kayserlerin, en şedit fağfurların dizgin vurulmaz şöhretleri artık zihnimizde bir sabun köpüğünden farksızdır. Zaferler kazanmak, cihana boyun eğdirmek nedir ki? Bizi, hayatın çeşitli hummalarından, meşakkat ve hafakanlarından kurtarabilir mi? Yahut huzur çerağlarından tüten halis buhurları evhamlı ruhlarımıza suhuletle üfleyebilir mi? İşte bu hissi bize sadece ölümün ciddiyeti verebilir. Zîrâ burada hayatın hakiki mânâsını anlarız, nasıl ve ne için yaşadığımızın, nelere sahip olduğumuzun ve nasıl bir iz bırakmamız gerektiğinin en sahici tefekkürüne bu kubbenin altında yelken açarız. Hayatları boyunca bir an bile gazadan geri durmayan, cenk meydanlarını hasımlarına dar eden; naraların, gülbankların ve kös avazelerinin yürek hoplatan hengâmelerinde kükreyen cihangirlerin ebedî uykularını, zamanın mukadder akışından âzâde bir türbenin tatlı sükûnetinde ve ebedî saltanatın sarsılmak nedir bilmeyen taht-ı riyasetinde uyumalarından başka bir şeyle izah mümkün müdür? Başka bir encam onları teselli edebilir mi?

Yıldırım Han, varlığın bütün cüzlerini eleyen yekpare bir rahmet külçesinin içinde aradığı huzuru bulmuş bir ruh letafetinde uyuyor olsa gerek. Ve ölümün hakiki çehresine âyinedarlık yapan kubbesi onun gür sesiyle fasılasız çınlıyor: “Ben ki ne gazalar, ne cenkler gördüm, nice tiranlara diz çöktürdüm, nice yiğitler kollarımda can verdi. Ardımdan yürüyen ordular, bir işaretimle gökleri titreten fedailer sahibiydim. Esasen ölümden kaçmaz, korkmazdım. Lâkin fânî sultanlıkta bulamadığım lezzeti şimdi yattığım bu türbenin uhrevî sükûnetinde buldum. Çünkü burada hayallerin ve ihtirasların hudutsuz, aldatıcı vaadleri değil, rahmanîyetin emniyetli ve âsûde kucağı vardır. Bu sâde mekânın hariminde asırlardır hükmünü süren yegâne hakikat ise ‘ba’s-ü ba’de’l-mevt’in saadet imbikleyen mânidâr yüzünden başka bir şey değildir.”

[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/350/4073.mp3[/SES]