İki Sığınma ve Medeniyet Farkı
M. Sıtkı ARAS


Dünyayı harmanlayıp, cihan devleti kurabilme şerefine ulaşmış imparatorlar hakkında bilgilerimiz, yazının icadına, yani tarihin başlangıcına kadar uzanmaktadır. Her ne kadar Kur'ân-ı Kerim'de Zülkarneyn’in (as) dünyayı baştan başa şereflendirmiş olduğu hakkında işaretler yer alıyorsa da, bunların çoğu rumuz hâlinde olduğu için, bunların keyfiyetleri hakkındaki gerçek bilgileri bugüne kadar, Efendimiz (sas) haricinde kimse edinememiştir.

Yazılı tarihte gerçek mânâda cihan devleti olabilme vasıflarını taşıyan ilk imparatorluk kurucusu olarak MÖ 300'lü yıllarda yaşamış olan İskender'i görüyoruz. Ancak bunun devleti sadece kendisiyle kâim olmuş ve ölümü üzerine silinip gitmiştir. Aynı şekilde, MS 1200'lü yıllarda boy göstermiş olan Cengiz ve 1400'lü yılların hâkimi Timur İmparatorlukları da bir saman alevi gibi parlayıp sönmüşlerdir.

Tarihe damgasını en derin vuran iki devlet, Roma ve Osmanlı İmparatorluklarıdır. Bunlardan birincisi dünya hâkimiyetine MÖ 46 yılından yani Sezar devrinden itibaren ulaşmış, bunu M.S. 283 tarihinde ikiye bölünme sürecine girinceye kadar, 329 yıl sürdürebilmiştir. Osmanlılar ise, aynı derecedeki hâkimiyete 1430-1769 tarihleri arasında, 339 yıl sahip olabilmiştir.

Tilapia balıklarına canlı canlı köle çocuklarını yediren Batı'nın medâr-ı iftihârı Roma ile, yediği üzümün bedelini düşman bağının kütüğüne asan Osmanlı'nın mukayesesini okuyucuların vicdanlarına havale ederken, yine Batı’nın çok medenî bir devleti olan İngiliz İmparatorluğu ile Osmanlı’yı başka bir yönden karşılaştırabiliriz.

Hindistan'dan Mısır'a ve Amerika'ya kadar dünyanın çok büyük bir kısmını elinde bulunduran İngiliz İmparatorluğu, son asırların önemli büyük devletlerinden olmuştur. Kısa bir devre için hâkimiyeti Fransa'ya kaptırmakla birlikte (Napolyon devri), İngilizlerin dünya üstünlüğü 1769 yılından 1945'lere kadar devam etmiştir.

Saltanatın kaldırılması üzerine 1922 yılında İngiliz İmparatorluğu'na sığınmak mecburiyetinde bırakılan Sultan Vahdettin ve yanındakilerin, masraflarının hesabı, gelişlerinin daha ilk haftasında sorulmaya başlanmıştır. İlk suali İngilizlerin önemli yayın organları "Duspatch" dergisi; "Sâbık Sultan ile 9 kişilik maiyetinin haftalık 100 şilin dolaylarında olan masrafını İngiliz vergi mükellefleri mi ödeyecektir?" şeklinde sormuştur. Konu Parlamento'ya sıçramıştır. Milletvekillerinden Mr. Keller, Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a Sultan Vahdeddin'in günlük masrafının ne olduğu ve nereden karşılandığıyla ilgili bilgi talebinde bulunmuştur. Başka bir milletvekili Mr. Sexton ise, çok daha ileri giderek sâbık Padişah’ın İngiliz işsizler sınıfına yazılması halinde kendisine haftada 15, hanımlarının her birine birer şilin ödenebileceğini söyleme küstahlığında bulunmuştur. Mâliye bakanı, Sultan'ın 20-30 Kasım 1922 tarihleri arasındaki masraflarını uzun bir liste hâlinde yayımlamıştır. Meselâ, cep feneri masrafı 5 sterlin 11 şilin'dir. Su masrafı, l şterlin 7 şilin 4 penny'dir. Ziyaretçi imza defteri masrafı l şterlin 3 şilin'dir. Nihayet Sultan Vahdeddin bu hakaretlere daha fazla dayanamayıp, önce Arabistan'a gitmiş, sonra Avrupa'nın başka bir devletine yerleşmiştir.

Halbuki Vahdeddin, İngiltere'ye elinde -muhtemelen- sadece giyeceklerinin bulunduğu bir bavulla gitmişti. Yani, bazılarınca vatana ihanetle suçlanan bu Padişah, yanında devletin hazinesine ait kıymetli hiçbir şey götürmediği gibi; kendi mülkiyetinde olan altın, gümüş, inci, mücevher vs. gibi değerli başka bir şey de almamış, milletinin malı bildiği hiçbir şeyi yurt dışına -ihtiyacı ve hakkı da olduğu halde- götürmemişti. Oysa, sadece bugün Topkapı Sarayı’nda bulunan bazı elmasları alsa idi, hem kendisinin hem de ailesinin ömür boyu masraflarını rahatça karşılayabilirdi.

Sultan Vahdeddin 1926 yılında 65 yaşında iken İtalya'nın San Remo şehrinde vefat ettiğinde, borçlarından dolayı cenazesine haciz konulmuştu. Bu borçları Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nâim Bey tarafından ödenmiş ve Sultan "bir Müslüman ülkede gömülmeyi" vasiyet etmiş olduğundan cenazesi Şam'da defnedilmiştir.

Diğer taraftan, yine mâlûm olduğu üzere 1700'lü yılların başlarında İsveç Kralı XII. Şarl (Karl) Ruslara yenilerek 50 kişinin üzerindeki maiyetiyle Osmanlılara sığınmıştır. Onun bu ilticası, bugünkü Moldova Dinyeper Nehri’nin kıyısındaki kalesinde beş yıldan fazla devam etmiştir. Yapılan harcamaların problem olması üzerine, maliyedeki "demirbaş" kaleminden yapılan ödemeler sebebiyle halk biraz da mizah katarak Şarl’a "demirbaş" lâkabını takmıştır. Kral ve beraberindekilerin bütün masrafları Devlet-i Âliye'nin hazinesinden karşılanmıştır. Hatta o yıllarda Avrupa'nın diğer kralları Osmanlı sadrazamına denk tutulurken, misafirliğinin hürmetine Üçüncü Ahmet bu aziz konuğunu protokolde kendisine eşit tutmuştur.

Bender kasabasını çok beğenen ve hatta burada kendine bir köşk de inşa ettiren Şarl, Osmanlı'nın asaletini ve yüksek vasıflarını bakın nasıl ifade ediyor: "Poltova'da esir oluyordum. Bu benim için bir ölüm idi. Kurtuldum. Buğ nehri önünde tehlike daha da kuvvetli olarak belirdi. Önümde su, ardımda düşman, tepemde cehennemler püsküren güneş... Su beni boğmak, düşman beni parçalamak, güneş beni eritmek istiyordu. Yine kurtuldum. Fakat bugün esirim. Osmanlıların esiriyim. Demirin, suyun, ateşin yapamadığını onlar yaptılar. Beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok. Zindanda da değilim. Hürüm, her istediğimi yapıyorum. Lâkin yine esirim. Şefkatin, cömertliğin, asaletin ve nezaketin esiriyim. Osmanlılar beni işte bu elmas bağla bağladılar. Bu kadar şefkatli, bu kadar âlicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında esir olarak yaşamak bilsen ne kadar tatlı."


[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/315/991.mp3[/SES]