Devlet Anlayışımız
Mehmet GÜLGÖNÜL
Devlet Anlayışımız
[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/364/4639.mp3[/SES]
'Devlet' ismini verdiğimiz müessesenin insanla münasebeti, mâhiyeti, devletten ne anlamamız gerektiği, 'ideal devlet' gibi hususlarda yüzyıllardır fikirler üretilmekte, teoriler inşâ edilmektedir. İnsanlık tarihinin yorgun ve ıstıraplı sokaklarında kısa bir tur atmadan, devletin ne demek olduğunu yahut devletsizliğin nelere mal olduğunu anlamak mümkün değildir. Kimilerine göre soğuk bir yüz, kimilerine göre girift bir muamma, bazılarına göre de olmazsa olmaz bir ihtiyaçtır devlet. Aslında her keşfin ihtiyaçlardan doğması gibi, devlet müessesesi de, insanların can ve mallarını dış tehlikelerden korumak gayesiyle tesis ettikleri en üst teşkilâtlanma olarak doğmuştur. Şemseddin Sami'nin Kamus-ı Türkî'sinde "müstakilen idare olunan hükümet ve ülkesi" şeklinde tarif olunan devletin, bugünkü hâline gelmesi hiç de kolay olmamıştır. Antik Çağ'da Eflâtun ve Aristo'nun 'ideal devlet' ütopyasıyla havalanan devlet teorisyenliği; Batı ufuklarında bir miktar kanat çırptıktan sonra, Müslüman-Türk kültüründe Farabi'nin, faziletli ve mesut bir cemiyetin hayallerini kurduğu 'el-Medînetü'l-Fâzıla'sında durup soluklanmış, İbn Haldun'un nihai hamleleriyle süzülüp günümüze ulaşmıştır.

Tarihin her diliminde siyasî ve içtimaî efkâr-ı umumiyenin merkezinde yer alan devlet sistemine sıcak bakmayanlar da vardır. Meselâ, devletin siyaset ve hukuktan ziyade ekonomik bir müessese olduğunu düşünen Saint Simon ve Proudhon'a göre, insan aklı cemiyeti zararlardan korumaya kâfi gelebileceğinden, insanların hürriyetini kısıtlayan başka bir sisteme lüzum yoktur. Devleti cemiyet hayatından çıkarmayı hedefleyen sosyalistlerin yanı sıra İslâm dünyasında (Hâricîler ve Bâtınîler gibi) siyasî otoriteye sıcak bakmayan kesimler de olmuştur.

Halbûki, Fatih devrinin meşhur vak'anüvisi Tursun Bey'in de dikkat çektiği üzere, insanlar medenî tabiatlı varlıklar olarak, kitleler hâlinde yaşamaya ve bu arada nizamı sağlayacak bir otoriteye muhtaçtırlar. Marifet sadece iktidar değil, muktedir de olabilmektir. Zîrâ insan, tabiatı gereği dirlik ve düzeni arar. İnsanların fıtrî hâllerine bırakılması, bir bakıma millî vahdet ve tesanüt hislerini tahrip eden pek çok husumetin hortlamasına zemin hazırlamaktır ki, tarihî tecrübeler de bunu sarih şekilde ispatlar. Şöyle ki; bazı felâketlerin ve harplerin ardından vuku bulan fetret devirleri, kimi otorite boşlukları yahut hak ve hukukun alenen çiğnenmesi türü hâdiseler, iç disiplin ve âhengi bozmuş, içtimaî huzur ve itimadı yok etmiştir. İktidarın olmadığı yerde fitnenin ve bunalımın kol gezmesi kaçınılmazdır. Devlet duvarındaki çatlaklar, şahsî arzuların kabarmasına, huzur düşmanlarının ve anarşist ruhların devlet bünyesine sızmasına yol açar. Hukuka riayet etmeyen bir devlet otoritesi, işte bu noktada aslî vazifesinden uzaklaşıp rekabet edilmesi imkânsız ceberut bir kuvvet hâline gelir ve birileri bir yerlerde devletçilik oynamaya başlar. Bu sebeple devlete karşı çıkmak, millî bütünlüğü bozanları cesaretlendirmekten başka bir işe yaramaz. Kıtaları yerinden oynatarak tarihte irili ufaklı yaklaşık yüz yirmi devlet kurmuş olan Türk milleti de tarih boyunca aynı meseleyle hemhâl olmuştur. Öyleyse, siyasî ve kültürel kodlarımızın feyizli ışığında, tarihimizde devletin ve devlet adamının ne mânâya geldiğini deşifre etmeliyiz.
Halk muhayyilesinde "Üç Türk bir araya geldi mi devlet kurar." sözüyle lâtifeleştirilen bu hususu, Fransız tarihçisi Benoist Mechin: "(Türkler)...mütenakız görünmesine rağmen, nihai derecede alâka-bahş bir keyfiyettir ki devletler tesis ve idaresinde, fıtrî kabiliyetlere mâliktirler." şeklinde tasdik eder. Kültürümüzde devletin hakikaten bambaşka bir yeri vardır; o yalnız bir idare mefhumu değil aynı zamanda hürriyetin, refahın ve huzurun bir timsali; millî karakterin harcı ve tuğlasıdır. Tarih boyunca hayat şartlarının önüne çıkardığı zorluklar karşısında istiklâlinden taviz vermeyerek toprağından göç etmek mecburiyetinde kalan Türk boyları, dirlik ve düzen içinde yaşamanın yolunu devlet kudretinin muhafazasında görmüşlerdir. Bu sebeple devlet, "baba/devlet baba"; sahip olunan toprak da babanın himayesinde "ana/ana vatan" olarak telâkki edilmiştir. Hattâ bu tavsif, kocası Gündüz Alp'ın vefatından sonra dağılma noktasına gelen Kayı Boyu'nu Domaniç'e kadar selâmetle getirerek Devlet-i Âli'yi mayalayan Ertuğrul Gazi'nin annesi Hayme Ana'nın şahsında 'Devlet Ana' gibi enfes bir terkiple karşımıza çıkar. Yoksa bu anlayış en kötü iktidarı bile devletsizlikten âlâ tutan kültürümüzde asırlarca gelişe gelişe baht, saadet, nimet ve servet mânâlarını kazanabilir miydi? Sevdiklerini 'saadetle devletlü' diye uğurlayan, devleti halkın ihtiyaçlarını karşılayıp açları doyuran müşfik bir 'baba' olarak gören, talihli kişilere; 'başına devlet kuşu kondu' müjdesini veren, şehadet mertebesine ulaşmayı 'devlet-i şehadet' lâfzıyla yücelten, en mahrem köşesi olan evini 'devlethâne' kelâmıyla taltif eden, halk içinde sıhhatin ehemmiyetini 'devlet'ten daha muteber bir nesne olarak belirten, bekasını onunla birleştirip "Allah (celle celâlühü) devlete ve millete zeval vermesin." duasını dilinden eksik etmeyen, bu millet değil midir? Yaşaması için kendini doğuştan asker sayan ve her varlığın fânî olduğunu bildiği hâlde, sadece "Devlet-i ebed müddet" tabirinde ebediyete yer veren, derin marifet, tecrübe ve tefekkürüne olan daimî itimadını 'hikmet-i hükümet' sözüyle izhâr eden ve en azından "Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!" düşüncesiyle kıymetini anlatmaya çalışan kaç millet vardır? Devlet mefhumuyla akraba sayılabilecek 'hükümet' ve 'hümâyûn' kelimelerinin de bazı müesseselere isim babalığı yaptığını düşünecek olursak, devletle halk arasındaki derin muhabbete ışık tutan Nihat Sami Banarlı'yı daha iyi anlarız: "Günümüz, devlet denilen şeyi, bir milletin sevgilisi olma sırrına erenlere veriyor."

Diğer yandan gelenek, hükümdarın yanında daima mânevîyâtı kuvvetli, aklı başında bir ricâlin bulunmasını ister. Hükümdarın devlet ağacının kökü kabul edilip, akıl hocalarının ve liyâkat sahibi müsteşarların da, ağacın dal ve yaprakları sayılması telâkkisi, Orta Asya teamülleri arasındaydı. Oğuz Kağan'ın yanında Irkıl Hoca, İlteriş Kutluk Kağan'ın yanında bilge vezir Tonyukuk, Dukak'ın yanında Korkut Ata, daima kağanlarına hizmet etmişlerdir. İslamiyet'e geçince de gelenek bozulmamış, hattâ Türk devletleri tek bir devletin birbirini takip eden safhaları olarak görülmüştür. Hukuk, devletin önünde yer almış, Kur'ân ve Sünnet'le şekillenen hukuk, devlet iradesi dışında gelişmiş ve ona yön vererek, devleti sınırlandırmış, istibdat ve zulümden korumuştur. Gâye, İslâmî devlet değil, İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesini ve dinin emniyet içinde yaşanmasını sağlamaktır. Kur'ân'da devlet şekline dâir bir âyete rastlanmadığı gibi, hükümdarların hükümet biçimlerine de temas edilmez. Bu mevzuda bir hadîs-i şerîf de intikal etmemiştir. "Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (Nisâ, 4/59) âyeti, mevzuya bakan yönüyle herhangi bir rejimi değil, birlik beraberliği tavsiye eder. İstişare ve bey'at düsturları da İslâm'ın vazgeçilmez hükümlerindendir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye hicretten sonra İslâm devletinin çatısını kurmuş, Asr-ı Saadet diye anılan benzersiz bir devir yaşatmıştır. Hulâsa, İslâm'ın temel kaynaklarında, idarecilerin ya hidayet üzere olup olmadıkları işlenir yahut zulüm ve adaletlerine dikkat çekilir.

Kaderin cilvesine bakın ki, İslâmî-Türk edebiyatının ilk eseri 'saadet bilgisi' veya 'devlet olma bilgisi' mânâlarına gelen ve Oğuz töre anlayışının İslâmî içtimâiyat kaideleriyle yenilenmesinde temellerini bulan 'Kutadgu Bilig'dir. Müellif Yusuf Has Hacib burada, insanî melekeleri 'adâlet', 'devlet', 'akıl' ve 'kanaat' şeklinde dört ayrı kişi olarak tasvir ettikten sonra, onları kendi aralarında muhaverelere sokar. Burada akıl, adalete bol bol nasihat verir. Selçuklular devrinde Alparslan ve Melikşah'ın Nizamülmülk ile olan münasebetinin daha ileri safhası, sûfî meşrep kişiliklerini yeri geldiğinde ilim ve siyaset adamlığı ile taçlandıran bilge şahsiyetler eliyle Osmanlılarda da devam eder. Osman Gazi, Şeyh Edebâli başta olmak üzere ahîler, abdallar, alpler ve gazilerle öyle bir kol kola girer, dîn-i mübinin salâhı için öyle yek vücut olur ki, az zamanda ferdasını parlatır. Osman Gazi'nin oğlu Orhan'a: "Âlimler, fâzıllar, edîbler, devlet bedeninin gücüdür. Bunlara iltifat ve ikramda bulun... Hükûmetinde ulemâ, fuzelâ, erbab-ı maarif çoğalsın, siyaset ve din işleri nizâm bulsun." vasiyeti de bu düşünceyi parlatır. Alâaddin Paşa'nın devletin kuruluş yıllarında kardeşi Orhan Gazi'ye arka çıkması; Akşemsettin Hazretleri'nin Şehzade Mehmed'i sadece ülkelerin değil, gönüllerin de Fatih'i yapması; Aziz Mahmud Hüdâyî'nin Sultan 1. Ahmed'in döktüğü ibrikten abdest alarak muhatabını şahane bir nefis terbiyesinden geçirmesi, bu hususu aydınlatan misâllerden sadece birkaçıdır. Aşiretten, cihangir bir devlet çıkarmanın sırrı da burada yatar. Yoksa Fransız tarihçi Rene Grousset: "Türkler 20 yıldan daha az bir sürede (1064–1081) Anadolu yarımadasında yeni bir Türkistan teşkil edebildiler." der miydi?

Yüce bir devlet kültürüne sahip olup da uhuvvetimizi muhafaza etmekte zorlanmamız, sun'î meselelerle vakit kaybedip, enerjimizi tüketmemiz şimdi ne kadar üzücü geliyor. Bunca tarihî tecrübenin yabana atılması mümkün değildir elbette; ama insanın olduğu yerde dertlerin bitmeyeceği de muhakkaktır. Köklü medeniyetler inşa eden bir milletin, benzer bunalımları daha evvel yaşaması gayet normal olduğu gibi, panzehirinin ne olduğunu bilmesi de pek tabiîdir. Nitekim idarecilerin, birinci dereceden mes'uliyet sahibi insanlar olarak bu ahvâlde neler yaptığı, gâileleri aşmak için kimlerden ve ne tür yardımlar aldıkları da, bizlere rehberlik edecek mahiyette olmalıdır.

Tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimci İbn Haldun, devlet biçimleri ve idarecilerin vasıfları hususunda çağını aşan tahliller yaptığı meşhur Mukaddime'sinde, hâkimiyeti: 'sahibinin kuvveti üstünde bir kuvvetin bulunmaması' diye tarif eder ve devletin boşluk kaldıramayacağını hatırlatır. Bir milletin kolektif his ve şuurundan doğan müşterek hareket etme anlayışını 'asabiyet' mefhumu ile izah ettikten sonra, insan hayatı ile devlet arasında enteresan bir bağ kurar; nasıl insanlar doğar, büyür ve netice de ölürse, devlet de aynı şekilde doğar, gelişir ve yıkılır. İdarecilerin dünya nimetlerine dalıp kendilerini kaybetmeleri ve asabiyeti unutmaları, devletin hastalanmasına sebep olur. Sistemin ayakta kalabilmesi ve halkın ondan memnun olup desteklemesi, aslında devlet başkanına bağlıdır. Bu sebeple idareciler halka karşı merhametli, şefkatli ve adaletli olmalıdır. Kutadgu Bilig'de; "Hâkimiyetin esası adâlettir!" düstûruyla asırlar evvel bayraklaştırılan kanun önünde eşitlik prensibi, Ahmet Cevdet Paşa'nın 'kaliteli devlet ricalinin devletlerin ömrünü uzatacağı' tasavvuruyla iyice pekişir. Bu öylesine altı çizilmesi elzem bir husustur ki, pek mümbit bir kaynaktan ilhamını alan Mehmet Âkif, burada ruhlarımızı şöyle bir titretmeden geçmez: "Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, / Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu!"

İnsan unsurunu merkeze alan ve bunu idare edenle edilenin karşılıklı mes'uliyetleri üzerinden ete kemiğe büründüren bir bünyeyi müşahede etmekteyiz. Sağlıklı münasebetlerin kurulması, devlet-millet ittihadında mümkündür. İdare, icraatlarında fevkalâde hassas ve dengeli olurken; millet de hem mes'uliyetlerinin şuurunda olmalı hem de muhalefet hakkını yerinde kullanmalıdır. İş idareden başlamakta, (balık baştan kokar!) içtimaî ittifak veya ihtilâf hâlleri buradan halka sirâyet etmektedir. Öyleyse meselenin özü buradadır. Devlet umumen idare (siyaset/bürokrasi), ilim (eğitim), adâlet (mahkeme), kuvvet (ordu/polis) gibi dört ana unsur üzerine yükselir. Gelenek, devlet tertibatının sağlıklı işleyebilmesi için, bu parçaların âhengi, mutabakatı ve istikrârı üzerinde ehemmiyetle durur. İşte bu anda vazife, sistemin aksayan yönlerini herkesten evvel tespit ve teşhis eden, yerinde ihtar ve irşatlarıyla insanları aydınlatan kanaat önderlerine düşer. Bu istikamette ortaya konan siyasetnâmeler (Bursalı Mehmet Tahir Beğ, kütüphanelerimizde kayıtlı yüz yetmiş iki adet siyaset-ahlâk kitabından bahseder), adâletnâmeler, nasihatnâmeler, menakıbnâmeler, kitabeler, destanlar, risaleler, atasözleri, hükümdar aynaları, lâyîhâlar, fermanlar ve fetvâlar devlet felsefemizin derinliklerini göstermektedir.

İnsanlığın yeryüzündeki felâhını 'Nizâm-ı Âlem' düsturunda gören Osmanlı siyaseti, İslâm felsefesinde erkân-ı erbaa tabiriyle formülleştirilen usûle fevkalâde kıymet vermiş ve cemiyeti, küçük bir farkla ve yüzünü halka ziyadesiyle dönmüş olarak asker, ulemâ, tüccar/esnaf ve reâyâ şeklinde tasnif etmiştir. İçtimaî denge ve siyasî emniyet bu sınıfların işbirliğine bağlıdır. Devleti teşkil eden unsurlardan bir nebze farklılaştırılmış olarak karşımıza çıkan bu diğer 'dörtlü' formül, idarecilerle halk arasındaki rabıtayı öne çıkarırken bir yandan da usulsüzlüğe dayanan yakınlaşmaları işaretler. Zîrâ herhangi bir meslekî zümrenin kânuna aykırı bir şekilde, diğerinin işine müdahale etmesi, nizâm-ı âlemin bozulmasına yol açar. Asâfnâme müellifi Lütfi Paşa, daha 16. asırda kim bilir hangi nâhoş hâdisenin ardından "Mansıb sahipleri tüccarlık ve esnaflık ile uğraşmamalıdır." demek mecburiyetinde kalmıştır! Paşa'nın, her dönem karşımıza çıkma ihtimali olan böyle bir zaafı, kendi keskin üslûbuyla işlerken, muhtemel yolsuzlukları önleme gayretinde olduğu anlaşılıyor.

Osmanlı idare tarzında asla göz ardı edilmeyen bir diğer husus da, emanetlerin ehline verilmesi meselesidir. Kur'ân-ı Kerîm'de "Hakikaten Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hüküm vermenizi emreder." (Nisa, 4/58) tembihi, meseleyi bedâhetle ele almaktadır. Zaman üstü bir ciddiyet arz eden bu mevzu mütefekkirlerimizin zihnini epey meşgul etmişe benziyor. Meselâ, tarihçi ve şâir devlet adamlarımızdan Gelibolulu Mustafa Âlî (1541–1600), mevcut sistemdeki bozulmayı edanî (bayağı) kimselerin yüksek makamlara getirilmesine bağlar. Bu kâbusun baş müsebbibinin bugün de yakamızı bırakmayan 'hubb-u câh' (makam sevgisi) olduğunu, ne yazık ki bunun hak sahiplerinde huzur bırakmadığını, kıymetsiz kimselerin ise, para ve mal dağıtarak zorbalığa başvurduğunu söyler. Devrindeki usûlsüzlüklerin acısıyla; mevkilerin tanziminde ehliyete itibar edilmesini, dirâyetsiz şahısların iltimas ve rüşvetle makamlara getirilmemesini talep eder. Bu sahada çok sayıda misâl vermek mümkündür, fakat devlet başkanlarına yapılan ikazlardan belki de en mühimini, yine Mustafa Âlî'nin 'Sultanlara Nasihatleri'nde buluruz:

"Mesâcid ü me'âbidi ko âdem yap
Kâ'be yapmacadır âdem yapmak
Taş ağaç kaydı, ne lâzım şâhım
Yaraşır şahlara âdem yapmak"

Kısaca, devlet başkanına yaraşan binalar dikmek değil, adam yetiştirmektir diyen şâirin, bir adım ileri giderek, bunu Kâbe inşa etmekle bir tutması ilk anda iddialı gelebilir. Aslî derdimize yakılmış acıklı bir türküyü andıran bu mısralar; insan yetiştirme işinin ihmâle gelmeyeceğini, meseleyi lâyık-ı veçhile sahiplenip; köklü ve uzun vâdeli yatırımlara yönelmek gerektiğini yürekten bir vecizeyle idraklerimize nakşetmiyor mu aslında?

Zirvelerin sert rüzgârlarında savrulmamanın yolunu mânâ erlerinin yamaçlarına tutunmakta buluyordu ecdâd. Devlet-millet kaynaşmasıyla istikbalde şâhika devirlerini yakalamanın sırrını onların kutlu ocağında eritiyorlardı. Zaten bu yüzden değil midir, Şeyh Edebâli'nin, ruhunu ma'rifet kazanında yoğursun diye önünde diz kıran Osman Gazi'ye meselenin künhünü fısıldaması: "... Unutma; insanı yaşat ki, devlet yaşasın."

Kaynaklar
- İbn Haldun, Mukaddime, Haz: Süleyman Uludağ, Dergâh Yay. C.I. İstanbul 2004.
- Nihad Sami Banarlı, Devlet ve Devlet Terbiyesi, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1985.
- Gelibolulu Mustafa Âlî, Nushatü's-Selâtîn, Süleymaniye Kütüp., Hüsrev Paşa, Türkçe Yaz., nr.311, vr. 93a.
- Farabî, el-Medinetü'l-Fâzıla, Şark İslâm Klâsikleri, M.E.B. Yay. Ankara 1990.
- Asafnâme, Haz: Doç. Dr. Ahmet Uğur, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 1982.
- Mehmet Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2001.
- Nevzat Köseoğlu, Devlet, Eski Türkler'de İslâm'da ve Osmanlı'da. Ötüken Neş. İstanbul 2001.
- Mehmet Öz, Osmanlı'da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergâh Yay. İstanbul 1997.
- Mustafa Yazıcı, Tarihte 128 Türk Devleti..., (MÖ. 220 - MS. 1990) Ankara, 1990.
- George Samine, Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev. Alp Öktem Ankara 1969.