Yıldırım Bayezıd Han içki içmişmidir?

Osmanlı Hukukunda afyon, esrar ve kokain yasak mıdır? II. Bâyezid'in gençliğinde esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullandığı ve içki İçtiği doğru mudur? Önce şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm Hukukunda ...


Ağaç Şeklinde Aç5Beğeni
  • 1 gönderen alptraum
  • 2 gönderen beyza
  • 2 gönderen beyza

  1. Alt 02-20-2009, 03:40 #1
    alptraum Mesajlar: 38.105
    Blog Başlıkları: 28
    Osmanlı Hukukunda afyon, esrar ve kokain yasak mıdır? II. Bâyezid'in gençliğinde esrar ve benzeri keyif verici maddeleri kullandığı ve içki İçtiği doğru mudur?

    Önce şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm Hukukunda ve dolayısıyla Osmanlı Hukukunda, afyon, kokain ve esrar gibi uyuşturucu maddeler, haram kabul edilmiş ve böyle uyuşturucuları kullananlara ta'zir cezalarının en şiddetlileri verilmiştir. Hz. Peygamberin devrinden sonra ortaya çıkan bir olay olduğundan dolayı, uyuşturucu maddelerin haram olduğu, diğer içkilere kıyasla ve içtihâd yoluyla sabit olmuştur. Ancak Hz, Peygarnber'in konuyla ilgili yasaklayıcı bir hadisi de bulunmaktadır. Hemen şunu da ilave

    etmeliyiz ki, bu tür maddelerin, günümüzde modern usullerle tıp dünyasında kullanılması o zamanlar için söz konusu olmadığından, hastaların ilaç olarak kullanmaları ile keyif ehlinin sadece keyif için kullanmaları arasındaki sınırı her zaman korumak kolay olmamıştır. Ebüssuud Efendi ve benzeri Osmanlı Şeyhülislâmları, çok sayıda fetvalarıyla, bene (haşhaş), bers (afyonlu şurup), afyon, ma'cûn ve esrar adıyla bilinen bütün uyuşturucu maddelerin, açıkça haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. "Berş ve afyon ve ma'tun ki, esrar içinde ola, mertebe-i sekre varmayıcak haram olur mu?

    El-Cevap: Fâsıhlar ve neva ehil yeyişi üzerine (hastaların ilaç olarak kullanmaları dışında) hiç bir şekilde helâl değildir".

    İşte bu şer'i hükmü bilen Osmanlı Padişahları, her çeşit uyuşturucu maddeyi yasakladıkları gibi, dış ve iç düşmanlar tarafından saltanat, ahlâkî zaaflar ve kadın gibi hilelerle, her zaman oyuna getirilmek istenen Osmanlı Hanedan mensuplarını da, böyle ahlaksızların elinden kurtarmak için ellerinden geleni yapmışlardır.

    Bu kısa girişten sonra şunu ifade edelim ki, II. Bâyezid'in padişahlığı döneminde değil, ancak gençlik döneminde ve sancak beği iken, Mü'eyyed Oğlu Abdurrahman ve Hasekisi Hacı Mahmûd Bey isimli iki arkadaşı tarafından, esrar ve benzeri" keyif verici maddeleri kullanmak üzere teşvik edildiği bazı Osmanlı kaynaklarında rivayet edilmektedir. Ancak bu iddianın doğruluğunda da şüphe bulunmaktadır. İçki içtiğine dair açık bir ifade yoktur. Nitekim Âli, Osmanlı padişahları ile alakalı yaptığı genel bir değerlendirmede, sadece Yıldırım Bâyezid ve II. Selim hakkındaki bazı isnadları nakletmektedir. Hakkında kullanılan, "gençliğinde îş ü nûşu severdi, yapılan ikazlar ve özellikle de Ebüssuud'un babası Şeyh Muhyiddin Yevsî'nin irşadı üzerine kendisini tamamen takva ve ibadete verdi" şeklindeki değerlendirmeyi, tamamen içki ve gayr-i meşru eğlence diye yorumlamanın hatalı olacaktır. Padişahlar arasında, Fâtih'ten sonra en büyük âlim olarak bilinen II. Bâyezid'in, takva ve ibadetiyle adaşı olan Bâyezld-i Bistâmî Hazretleri gibi büyük bir veliyyullah olduğu da kaynaklarda ittifakla kaydedilmektedir.

    Böylesine bir şehzadenin, bir rivayete göre, Mü'eyyed Oğlu Abdurrahman ve Hasekisi Hacı Mahmûd Bey isimli arkadaşları tarafından uyuşturucu kullanmaya zorlandığını ve gayr-i meşru hayata girme tehlikesinin bulunduğunu haber alan Fâtih Sultân Mehmed, 1479 yılında Kastamonu'da sancak Beyi olan oğlunun Lalası Fenârî-zâde Ahmed Bey'e hemen ferman göndermiştir. Fermanda oğlunun zikredilen iki kötü insanın teşvikiyle esrar ve benzeri uyuşturucu madde kullandığı ve böylece selim fıtratını bozulduğuna dair bazı dedikoduların kulağına geldiğini, böyle bir şey doğruysa, hemen Lalası olarak duruma müdahale etmesi gerektiğini ve o iki hâinin de, bu kötü âdetlerinden dolayı topluma zarar vereceklerinden hemen cezalandırılmalarını, Bâyezid'in böyle bir rahatsızlığı varsa tedavi yoluna gidilmesini, bütün şiddetiyle emretmektedir. Sadece bu fermanı görüp de hüküm vermek doğru değildir. Ayrıca böyle bir ferman padişahların çocukları hakkında ne kadar hassas olduklarını göstermektedir. Ahmed Bey'in cevabı daha önemlidir. Nitekim Ahmed Bey, cevabında, Adı zikredilen bedbahtlar hakkındaki ihbarın doğru olduğunu; ancak şehzadenin onlarla Padişah'a arz edildiği kadar beraberlikleri bulunmadığını ve şehzadenin hikmetle terbiye olunması gerektiğini açıkça ifade etmektedir.

    Aslında özellikle Mü'eyyedzâde Abdurrahman Efendi'nin ve arkadaşının böyle bir çirkinliği işledikleri de şüphelidir. Zira Taş köprü-zade, büyük bir âlim olan Mü'eyyed-zâde'nin, tamamen bir iftiraya kurban gittiğini, Şehzade Bâyezid'in durumu bildiğinden dolayı, İdam fermanı gelmeden onun Kastamonu'dan ayrılmasına yardımcı olduğunu anlatmaktadır. Gerçekten de Zemahşeri'nin Mufassal adlı eserini Arap âleminde ders okutacak kadar ilim adamı olan ve sonrada İstanbul kadılığına ve Rumeli kazaskerliğine kadar yükselen bir zatın, fermanda bahsi geçen rezaleti işlemesi akla uzak görünmektedir. Netice olarak, II, Bayezid'in uyuşturucu kullandığı ve içki içtiğine dair olan söylentiler, olaylar tahkik edildiğinde delilsiz isnadlar şeklinde kalmaktadır.(1)

    1-Ebussuud Efendi, Fetava, Süleymaniye Kütüp. İsmihan Sultan, nr. 223, vrk. 260/a-261/b; Feridun Bey, Münşeatı Salatin, c. I, sh. 263-264; Ali, Künhül Ahbar, c.V, sh. 124-125. Süleymaniye kütüphanesi, Es'ad Efendi, nr. 2162, vrk. 183/a-b; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.II, sh. 245-246, 662-664; Mecdi, Hadaık, c.I, sh. 308-311.

    Kaynak: Bilinmeyen Osmanlı, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Doç. Dr. Said Öztürk.

    Henna bunu beğendi.
  2. Alt 02-20-2009, 11:56 #2
    THEHAFIZ Mesajlar: 135
    Bayezidin içki içmesinden milyon kez eşeddir Fatih'in kardeşini öldürtmesi,
    Kişi sevabıyla günahıyla ele alınmalı, bir tarafı ıskalanınsa bu hakka tevcavüz olur.
    Padişahlarda insandı ve hataları vardı, kimseyi melekleştirmenin kimseye faydası olamaz

  3. Alt 02-26-2009, 22:56 #3
    beyza Mesajlar: 2.053
    YILDIRIM BÂYEZîd Han (1360-1403)

    Dördüncü Osmanlı pâdişâhıdır.

    Girdiği harplerde gösterdiği cesâret ve manevra kâbiliyetinin

    son derece sür’atli olması dolayısı ile kendisine askerlerce

    «yıldırım» lakabı verilmiştir.

    Babası Murâd Han’ın Kosova meydanında şehîd olurken

    yaptığı vasıyeti üzerine tahta geçti1.


    (1. Daha evvel bahsettiğimiz bir tevâfuk, burada da yaşandı ve

    Murâd Han’ın şehâdeti ile Yıldırım Bâyezîd’in cülûsu

    esnâsında Şehzâde Mehmed Çelebi dünyâya geldi.)

    Kazanılan bu büyük zaferin neticelerini alabilmek için

    ilerlemeye devâm eden I. Bâyezîd, birçok yeni beldeler fethetti.

    Bunların arasında meşhûr Üsküp de bulunmaktaydı.

    Bunu şâir şöyle anlatır:


    Üsküp ki, Yıldırım Bâyezîd Han diyârıdır;

    Evlâd-ı fâtihâna ânın yâdigârıdır…

    ……..

    Üsküp ki Şar Dağı’nda devamıydı Bursa’nın,

    Bir lâle bahçesidir dökülmüş temiz kanın…

    Bâyezîd Han’ın bu ilerleyişi esnasında kendi cülûsunu tebrîke gelen elçilere:

    “–Roma’ya kadar ilerleyeceğim!..” demesi, O’nun İslâm’ın

    şevket ve izzeti yolunda kendisi için çizdiği o büyük ufku

    göstermektedir.

    O, akıllara durgunluk verecek cesâret ve şecâati yanında siyâsî

    sahada da son derece mahâret sahibiydi. Bizans’ın taht

    çekişmelerinden istifâde etmesini gâyet iyi bildi.

    Hattâ hapisteki bir şahsı tahta, tahttakini hapse

    gönderebilecek derecede müessir oldu. Bu siyâsî dehâsıyla

    yaptıklarına mukâbil olarak da, Bizans’dan aldığı haracı

    arttırdı. Ayrıca Bizans’a bir câmî inşâsını ve orada yaşayan

    müslümanlar arasındaki ihtilâflara bakacak şer’î bir mahkeme

    kurulmasını te’mîn etti.

    Şâyân-ı hayrettir ki Yıldırım, yine bu siyâsî dehâsı sebebiyle

    Alaşehir’in üzerine yürüdüğünde, orayı Bizanslılar’dan yine

    bizzat Bizanslılar’ı kullanarak kendi adına fethettirdi.

    Bu hâdise, târihin kaydettiği ender vak’alardan olup Yıldırım

    Bâyezîd Han’ın i’lâ-yı kelimetullâh yolunda adâlet ve firâset

    üzre sahip olduğu ihtişâm ve izzeti; binbir zulümle ayakta

    durmaya çalışan Bizans imparatorunun da içinde bulunduğu

    zilleti gösterir.

    Dış siyâsetinde birçok olağanüstü başarılar sergileyen Bâyezîd

    Han, Anadolu birliği yolunda da büyük adımlar attı.

    Beyliklerin en büyüğü olan Karamanoğulları’nın büyük bir

    kısmını Osmanlı’ya ilhâk etti. Ancak bu ilhâk, ahâlînin kendi

    isteğiyle gerçekleştirilmiştir. Nitekim Âşık Paşazâde bu

    hakîkati şöyle anlatır:

    “… Bâyezîd Han, Konya önlerine geldiğinde, şehrin kapıları

    kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında

    her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telaşla kaleye

    sığındığı için bunları içeri alabilmeleri mümkün olmamıştı.

    Bunu gören Yıldırım Han’ın askerleri, hisâr dibine yaklaşarak

    Konya halkına seslendiler:

    “–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!” dediler.

    Halktan birkaç kişi:

    “–Bakalım dedikleri doğru mu?” diyerek kaleden çıkıp

    Osmanlı ordusunun yanına geldi.

    Durumdan haberdar olan Bâyezîd Han, her ihtimâle karşı

    askerlerine şu tâlimatı verdi:

    “–Bunlar bizim müslüman kardeşlerimizdir. Sakın ola

    kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riâyetkâr olun; arpa

    sahipleri, kendi muradlarınca satsınlar!..” dedi.

    Böylece gelenler, kendi arzuları istikametinde ve talep ettikleri

    fiyata satış yaptılar. Akçelerini de alarak hiç ummadıkları

    büyük bir memnûniyetle kaleye döndüler.

    Konya halkı, bu gözler yaşartan adâlet ve insanlığı görünce,

    şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar açtı ve

    Osmanlı’yı içeriye buyur etti. Bu hâdiseyi duyan etraftaki diğer

    bazı şehirler de, elçiler gönderip Osmanlı’yı beldelerine dâvet

    eylediler:

    “–Buyurun, gelin! Şehirlerimizi sizler idâre edin!” dediler.

    Anadolu’nun mü’min ve temiz halkı, şâirin:

    Velîdür her ne “han” kim âdil olsa,

    Değül ayıp, cihân âna kul olsa..

    Süleymân adl edüp tutdu cihânı,

    Süleyman mislüdür han âdil olsa…

    mısrâlarındaki inceliği kavramış olarak, âdetâ Osmanlı’yı cân ü

    gönülden kucaklıyordu.

    Târihin bile gıptayla seyrettiği bu kucaklaşma, Osmanlı

    adâletinin, kılıcıyla başbaşa yürüdüğünün ve bu yüksek

    adâletin, Osmanlı’daki satvet ve ihtişâmı artırdığının en bâriz

    bir tezâhürüdür. Yâni Osmanlı, o yüce azamet, satvet ve

    ihtişâmını, mızrak ve süngülerin üzerinde değil, halkın ve

    milletin kalbindeki sevgi ve muhabbetlerin üzerinde inşâ

    eylemiştir.

    İşte cihânı kaplayan Osmanlı şa’şaa ve haşmetinin temelinde

    Şeyh Edebali’nin vasıyetleri ve onların sağladığı bu ve benzeri

    yönlendirmeler yatmaktadır.

    Bu husûsa büyük bir gayretle dikkat eden Yıldırım Bâyezîd

    Han da, devletini son derece güçlendirmiş ve bunu bütün

    dünyâya tescîl ettirmişti.

    Bu arada Osmanlı’nın iyice gelişip güçlenmesinden bütün

    hıristiyanlık âlemi tedirgin olmaya başladı.

    Nihâyet büyük bir haçlı ordusu hazırladılar.

    Osmanlı’yı bertaraf edip Bizans’ı kurtarmak ve müslümanların

    elinde bulunan Kudüs’ü fethetmek gibi gâyelerle teşkîl edilen

    bu müttefik haçlı ordusu, hemen harekete geçerek Osmanlı

    topraklarına girdi ve Tuna nehri kıyısındaki Niğbolu kalesini

    kuşattı.

    Bunu haber alan Yıldırım Bâyezîd, adına yakışır bir hızlılıkla

    Niğbolu önlerine geldi. Hattâ kaleyi teslîm etmemelerini

    bildirmek için gece yarısı tek başına atına binerek düşman

    saflarının arasından ustalıkla geçti ve surların dibinden kale

    kumandanına seslendi:

    “–Bre Doğan! Bre Doğan!..”

    Sultan’ın sesini tanıyan Doğan Bey, büyük bir şaşkınlıkla

    derhal burçların üzerinden cevap verdi:

    “–Buyurunuz şevketlüm!..”

    Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Han, kısa tâlimâtını bildirdi:

    “–Doğan! Ordumla birlikte geldim! Sakın ola kaleyi teslîm

    etmeyesin!” dedi ve sür’atle geri dönerek karanlıkların

    arasında gözden kayboldu.

    Ertesi gün kalabalık haçlı ordularıyla yapılan kanlı muhârebe,

    Yıldırım Han’ın kesin gâlibiyetiyle neticelendi. Bu haçlı

    ordusuna büyük-küçük bütün Avrupa devletleri asker

    vermişti. Bunlar arasında onbin Fransız şövalyesi vardı ki:

    «Gökler yıkılsa, mızraklarımızla tutarız!» diye övünmüşlerdi.

    Lâkin çoğu kılıçtan geçirilen bu şövalyelerin mağrûr reisleri

    Jan bile esîr olmaktan kurtulamadı. Haçlılar, Osmanlı’nın

    îmânla yoğrulmuş hamleleri karşısında eriyip tükendi. O gün

    Yıldırım Bâyezîd, vücûdunun çeşitli yerlerinden yaralandığı

    gibi atının da yaralanması üzerine yere düşmüştü. Ancak O,

    bunlara aldırmayıp yeni bir ata bindi ve harbi bütün kudretiyle

    idâre ederek zafere ulaştı.

    Yıldırım Bâyezîd’in, müslüman milletler adına haçlılarla tek

    başına yaptığı Niğbolu harbindeki büyük zaferi, hıristiyan

    Avrupa devletlerine karşı elde edilen en büyük

    muvaffakıyetlerden biridir.

    Bu zafer münâsebetiyle Mısır’daki Abbasî halîfesi, Yıldırım

    Bâyezîd’e, tebrîk için bir mektûb gönderdi ve ona «Sultân-ı

    İklîm-i Rûm» diye hıtâb etti.

    Yıldırım Bâyezîd, Niğbolu zaferinde birçok asilzâde ve

    şövalyeyi de esîr almıştı. Esîrlerin arasında yukarıda

    söylediğimiz gibi Fransızların meşhûr şövalyesi korkusuz Jan

    (Jean) da vardı. Yıldırım Bâyezîd Han, onları, fidye karşılığı

    serbest bıraktı.

    Ayrıca memleketlerine dönecekleri gün hepsine bir ziyâfet

    verdi.

    Bütün şövalyeler, Sultan’ın bu insânî muâmeleleri karşısında

    kendilerinin esirlere yaptığı fenâ davranış ve zulümleri

    düşünerek son derece mahcûb kaldılar ve:

    “–Şu andan itibaren Anadolu ve Rumeli’nin Hakanı Yıldırım

    Bâyezîd Han’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh

    kullanmayacağımıza dâir namus ve şerefimiz üzerine yemîn

    ediyoruz!..” dediler.

    Onların minnet altında söylemiş olduğu bu sözler üzerine

    Osmanlı’nın ehl-i küfre karşı ihtişâm ve cesâret âbidesi olan

    koca Sultan Yıldırım Bâyezîd Han, gür sesi ile şövalyelere şöyle

    hıtâb etti:

    “–Avrupa’da korkusuz lakabını almış olan Jan ve

    arkadaşlarının, bana karşı silâh kullanmayacaklarına dâir

    etmiş oldukları yemînleri geri iâde ediyorum.

    Gidiniz; yeniden

    ordular toplayınız ve üzerime geliniz! Biliniz ki, bu hareketiniz

    bana bir kez daha zafer kazanmak imkânını verecektir.

    Zîrâ ben, Allâh’ın dînini yüceltmek üzre Cenâb-ı Hakk’ın

    rızâsını kazanmak için dünyâya gelmiş olduğumun şuûrunda

    bir sultanım.

    Bu itibarla Hazret-i Allâh’ın yardım ve nusreti bizimledir.

    Ve bir kimsenin ki yardımcısı Allâh’dır, elbette onu

    yenebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur!..”

    İşte bu ihtişâm ve adâlet karşısında yalnız o ziyâfete katılan

    şövalyelerin değil, bütün dünyânın gözleri kamaşmıştı.

    Nitekim birçokları gibi Salona piskoposu da, Sultan Bâyezîd’i

    memleketinin zulümden kurtarılması için dâvet etti.

    Yunanistan’ın fethi böylece gerçekleşti.

    Seneler sonra Venedikli Travijani, Yıldırım’ın kahraman ve

    muzaffer ordusunu şöyle tasvîr eder:

    “Osmanlı ordusunda bizde olduğu gibi şarap, kumar ve fuhuş

    gibi şeyler yoktur. Onlar, hiç aksatmadıkları askerî tâlimlerine

    ilâveten Allâh’ın büyük ve yüce ismini zikrettikleri gibi, gece ve

    gündüz ibâdetle meşgûl olduklarından dolayı dâimâ

    gâlib gelirler.”

    Osmanlı’nın, düşmanları tarafından da itirâf edilen bu yüksek

    mertebeye ulaşmasında bünyesinde bulundurduğu

    Edebali silsilesinin pek müstesnâ bir rolü olduğu büyük bir

    hakîkattir.

    Nitekim Yıldırım devrinin Edebali’si demek olan Emîr Sultan

    Hazretleri’nin mânevî bir işâretle Bursa’ya gelmesi ve

    Sultan’ın damadı olması, Osmanlı’da devâm eden mânevî irşâd

    silsilesinin bir nişânesidir.

    Yıldırım Bâyezîd ile Emîr Sultan Hazretleri’nin karşılaşmaları

    çok ibretlidir:

    Rivâyetlere nazaran Emîr Sultan, Bursa’ya geldiğinde Yıldırım

    Bâyezîd Han, Macaristan seferinde idi.

    Yapılan harbin çok şiddetli olması dolayısıyla asker arasında

    birçok yaralı vardı.

    Ancak nûr yüzlü bir genç, onların yaralarını sarıyor ve

    kendilerine duâ ediyordu.

    Yıldırım’ın kendisi de yaralanmış olduğundan bu nûr yüzlü

    gence içinden akan bir muhabbetle seslendi:

    “–Ey yiğit! Benim de kolumda yara var; sarıver!..” dedi.

    Emîr Sultan, cebinden çıkardığı bir mendille Pâdişâh’ın

    yarasını sardı ve askerlerin arasında kayboldu.

    Bütün askerler, kısa bir müddet içinde yaralarının tamamen

    iyileşmiş olduklarını görünce, büyük bir hayretle durumu

    Sultan’a ilettiler.

    Bunun üzerine Yıldırım Han, kolundaki yarayı merak ederek

    mendili açınca, kendisinin de sıhhate kavuştuğunu görüp

    şaşırdı.

    Ayrıca koluna sarılan o mendilin yarısı kesilmiş bir nişan

    mendili (gelinin damada hediye ettiği mendil) olduğunu

    farkederek hayreti bir kat daha arttı…

    O genci ne kadar

    arattıysa da bulduramadı.

    Aynı seferde devâmlı ilerleyen Osmanlı ordusu, bir kalenin

    fethinde de hayli güçlük çekmiş, pek çok asker zâyiat vererek

    zor durumda kalmıştı.

    Sultan Yıldırım Bâyezîd, neredeyse kalenin düşmesinden

    ümîdini yitirmek üzereydi ki, birden kale kapılarının ardına

    kadar açıldığını gördü.

    Hattâ açan kimseyi de hayâl-meyâl farketti.

    Sanki bu da, yaralarını saran o nûr yüzlü genç idi.

    Bu hayret veren manzara karşısında Yıldırım Bâyezîd, derhal

    hücûm emri vererek fethi gerçekleştirdikten sonra o

    mâneviyât yiğidini arattırdı, ancak önceki hâdisede olduğu gibi

    yine bulduramadı. Böylece kendisine iki defa en zor anlarında

    yardım eden o nûr yüzlü genç, gönlünü merak hisleriyle

    dolduran bir muammâ oldu.

    Aradan günler geçip Osmanlı ordusu muzaffer olarak Bursa’ya

    döndüğünde karşılayıcılar arasında o sırada Yıldırım’ın kızı ile

    evlenmiş bulunan Emîr Sultan Hazretleri de vardı.

    Bâyezîd Han, atından inip Emîr Sultan ile musâfahalaşırken

    O’nunla gözgöze geldi ve bu genç zâtın harp meydanında

    yaraları saran kimse olduğunu anladı ve mânidâr bir şekilde:

    “–O el çabukluğu ne idi?” dedi.

    Emîr Sultan, tevâzu ve mahviyet içinde:

    “–Sultanım! Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulan: «Allâh’ın kudret

    eli, onların elleri üzerindedir!» (el-Feth, 10) beyânı vechile

    Allâh için hiçbir güçlük yoktur!..” dedi.

    Yıldırım tekrar sordu:

    “–Ya o mendil?!.”

    Emîr Sultan Buhârî Hazretleri, tebessümle cevap verdi:

    “–Devletlü babacığım! Yarısı cebimdedir.

    Ben de damadınız Şemsüddîn Buhârî’yim…”

    Bundan büyük memnûniyet duyan Sultan Bâyezîd Han, Emîr

    Sultan’ın nûrlu çehresine bir daha baktı ve:

    “–Kale kapısını açan o yiğit de sendin değil mi?” dedi.

    Emîr Sultan, bu suâle tatlı bir sükût ile mukâbele etti.

    Sonra

    biri dünyâ, diğeri âhıret sultanı olan bu iki büyük şahsiyet

    kucaklaşıp Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürde bulundular.

    Âşık Paşazâde der ki:

    “Bu Âl-i Osman bir sâdık soydur. Onlardan meşrû olmayan bir

    hareket sâdır olmamıştır. Onlar, ulemânın günâh dediği

    hareket ve amellerden son derece kaçınmışlardır.”

    Nitekim onların bu sûrette davranışları sebebiyledir ki, Molla

    Fenârî, cemâate devâm etmemesi sebebiyle Yıldırım Bâyezîd’in

    şehâdetini kabûl etmeme cesâretini rahatlıkla göstermiş ve

    sebebini hayretle soran Sultan’a da açık bir şekilde:

    “–Sultanım! Sizi cemâatte göremiyorum.

    Halbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer

    almalısınız. Yâni sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir…

    Şâyet cemâate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz

    ki, bu da şâhidliğinizin kabûlüne engeldir…” cevabını vermişti.

    Bu hâdise üzerine, diğer bir rivâyete göre de Niğbolu

    muvaffakıyetinin bir şükrânesi olarak Yıldırım Bâyezîd,

    Bursa’daki meşhûr Ulucâmî’yi yaptırdı ve beş vakit cemâate

    devâm eyledi.

    Pâdişâh, bu Câmî-i şerîfin açılışında başta Emîr Buhârî (Emîr

    Sultan) olmak üzere bütün meşâyıh ve ulemâyı dâvet etmişti.

    Bir cum’a sabâhıydı. Herkes yapılacak merasim için

    toplanmıştı. Bir müddet sonra Sultan Yıldırım Bâyezîd teşrîf

    etti ve damadı olan Emîr Buhârî Hazretleri’ne:

    “–Ey Emîr! Buyur, câmî-i şerîfin kapılarını sen açıp namazı da

    sen kıldır! Bu şeref, ümmetin büyüğü olarak sana âiddir.” dedi.

    Ancak Emîr Buhârî, büyük bir tevâzû ile itiraz etti:

    “–Hayır sultanım! Benden çok daha büyük kimseler var.

    Bu şerefi, Şeyh Ebû Hamîdüddîn-i Aksarayî’ye vermelisiniz!” dedi.

    O vakte kadar bu isimde bir şahsı duymamış bulunan Bâyezîd Han sordu:

    “–Bu zât da kim ola ki?”

    Emîr Buhârî cevap verdi:

    “–Sultanım! Belki duymuşsunuzdur; Somuncu Baba nâmıyla

    mârûf bir ekmekçidir. Ulucâmî işçilerine de bol bol ekmek

    infâk eylemiştir. İşte o kişi, evliyâullâhın büyüklerinden Ebû

    Hamîdüddîn-i Aksarayî’dir.”

    Bunun üzerine Sultan, teklîfi tasdîk etti.

    Emîr Buhârî de, ayağa kalkarak cemâate Somuncu Baba’yı

    tanıttı ve onu minbere dâvet eyledi.

    Somuncu Baba, mahcûb bir şekilde:

    “–Emîrim! Ne ettin? Bizi ifşâ ettin!..”

    diyerek son derece

    mahviyet içerisinde minbere yürüdü.

    O gün minberde Somuncu Baba, Fâtiha’nın yedi ayrı işârî

    tefsîrini yaptı.

    Ancak sırrının zarûreten ifşâsı dolayısıyla daha sonra talebesi

    Hacı Bayram-ı Velî’yi de yanına alarak Bursa’yı terketti.

    İşte Osmanlı mülkü, böyle kadri yüksek Allâh dostlarıyla

    te’mînât altındaydı.

    Öyle ki geleceğin sultanları olarak yetiştirilen şehzâdeler de,

    her kesimden liyâkatli böyle kimseler tarafından yetiştirilir,

    bilhassa mânevî terbiyeleri velî bir üstâda tevdî edilirdi.

    Daha sonra Fâtih’in yetiştirilmesinde de aynen tahakkuk

    edecek olan şu hâdise câlib-i dikkattir:

    Yıldırım Bâyezîd Han’ın oğullarından Şehzâde Süleyman,

    derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafında hafifçe

    cezâlandırılmıştı. Şehzade buna hiddetlenerek doğruca saraya

    gitti ve durumu babasına şikâyetle anlattı. Yıldırım Han da,

    derhal hocaefendiyi çağırtıp sordu:

    “–Süleyman’ı niçin cezâlandırdın a hocam?”

    Hocaefendi, gâyet sâkin ve vakur bir şekilde şu târihî cevabı verdi:

    “–Pâdişâhım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idâresine tâlib

    olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir.

    Onun câhil kalması, milletine zarar verir.

    Evet o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı

    olamamıştır.

    Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye me’mûr ve îcâb ettiği şekilde

    de kendisini terbiyeye mecbûrum…” dedi.

    Yıldırım Bâyezîd, hürmetle gözlerini yere çevirdi ve:

    “–Haklısınız hocam! Siz, gerekirse, beni de cezâlandırırsınız!

    Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz

    cihâna hükmederiz.” dedi.

    İnce rûhlu Pâdişâh’ın cevabındaki bu nâzik nükteyi kavrayan

    hoca, ertesi gün, derse gelip de kendisine oğlunu niçin

    cezâlandırdığını sormak isteyen Yıldırım Han’a mahsustan

    iltifât etmedi.

    Böylece hocasının mânevî rütbesini babasının üzerinde gören

    şehzâde de, hatâsını anladı ve o günden sonra derslerine son

    derece gayret gösteren bir talebe oldu.

    Her müslümân fâtih için ideal olan İstanbul’u fethetme gâyesi,

    Yıldırım Han’ın da en büyük arzusu idi. Bu yolda takdîre şâyân

    gayretleri oldu.

    Dört kez İstanbul’u kuşattı. Dördüncü kez yaptığı kuşatmada

    Bizans, olgun bir meyve gibi ellerine düşmek üzereydi.

    Zîrâ Fâtih’in fethettiği şartlardan daha uygun şartlara sahip

    bulunan Yıldırım, bunu değerlendirmiş ve fethe iyice

    yaklaşmıştı. Fetih, çok kolay bir şekilde gerçekleşecekti.

    Ancak o sırada Anadolu’yu kasıp kavurmaya başlayan Timur

    gâilesi, bu büyük ve kudsî teşebbüsü akîm bıraktı.

    Zîrâ Timur, Osmanlı ile arasındaki bir iki anlaşmazlığı bahâne

    ederek aslında kuru bir cihangirlik adına Anadolu’ya girmişti.

    İslâm’ı yüceltmek yolunda ilerleyerek muhteşem bir mevkîe

    yerleşmiş bulunan Osmanlı’yı yenmek sûretiyle kendi şöhret

    ve azametini artırmak niyetinde idi.

    Öyle ki, bu nefsânî maksad uğruna kazandığı zaferden sonra

    aklen mâlûl bulunan Fransa kralına yazdığı bir mektupta

    Osmanlı’yı ortak düşman îlân etmesi, gâyet düşündürücüdür.

    Vâkî olan hâdiseler tahlîl edildiğinde, ilk bakışta her iki sultan

    da karşılıklı tahrîklere kapılmış görünmekteyse de, Timur’un

    yaptıkları, onun târih önünde ne kadar büyük bir hatâ

    işlediğini göstermektedir.

    Târihî bir gerçektir ki Timur, Osmanlı’yla harp etmek

    husûsunda büyük ölçüde papalığın tahrîkine kapılmıştır.

    Bu tahrîk direk olarak değil, yanına müslüman kılığında sızmış

    bulunan casuslar vâsıtasıyla gerçekleştirilmiştir.

    Bu casuslar, zâhirde Timur’un aşırı taraftarı gibi görünmüşler,

    böylelikle gizliden gizliye yaptıkları casusluk faâliyetlerinde

    başarılı olmuşlardır.

    Niğbolu hezîmetini bir türlü hazmedemeyen, ancak elinden de

    bir şey gelmeyen Papa, hıristiyan âleminin rahat nefes

    alabilmesi için Timur’u sürekli olarak Osmanlı’ya karşı

    kışkırtmıştır. Dolayısıyla bu tahrîke kapılmak, hamâkatten

    başka bir şey değildir.

    Tahrikçilerin diğer kanadını Bizans teşkîl eder.

    Bütün bunlara beyliklerin bitip tükenmez hırsları da eklenirse,

    Timur’un, dört bir yandan gelen tahrîklere hangi sâikle

    kapılmış olduğu rahatça anlaşılır.

    Bu tahrîklere kapılış ise, Timur’un rûhunu sarmış bulunan

    benliği ortaya koymaktadır. Eğer Timur, fütûhata

    niyetlendiğinde evvelâ kendi benliğini fethetmiş olsaydı,

    yâni bir nefis tezkiyesinden geçseydi, vukû bulan hâdiselerin

    istikâmeti bambaşka olurdu. Yâni Timur, benliğini yenememiş

    ve dünyânın hâkimi olma yolunda «Osmanlı da kim oluyor?»

    düşüncesiyle hareket etmiştir. Zîrâ iki tarafın arasının

    açılmasına sebep olan istekler, devamlı Timur’dan gelmiş, yine

    ordusunu peşine takarak rakîbinin üzerine yürüyen Timur olmuştur.

    Osmanlı üzerine yaptığı seferde Timur, etrafında bulunan

    kıymetli ulemâ ve umerânın sözlerini ve îkâzlarını duymaz bir

    hâldeydi. Zîrâ onların re’yi, ekseriyetle müslümanlar arasında

    ehl-i küfürle yaptığı gazâlar sebebiyle büyük muhabbet

    kazanmış olan Osmanlı’yla harp etmenin yanlış olduğu

    yolunda idi.

    Timur, o zamanın tankları olan fillerle Sivas kalesini muhâsara

    ettiğinde kalede bulunan Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Şehzâde

    Ertuğrul, şehir eşrâfını topladı ve onlara şöyle dedi:

    “–Benim vazîfem sizleri muhâfaza etmek yolunda gayret

    sarfetmektir. Timur’un kuvvetleri kıyas edilemeyecek

    derecede bizden çok olabilir. Bu bir kader-i ilâhîdir.

    Bana düşen, onun saldırısını yiğitçe göğüsleyip sizleri ve kaleyi

    şânımıza yaraşır bir şekilde müdâfaa etmektir.

    Biliniz ki Timur, bizim cesedlerimizi çiğnemeden aslâ bu şehre

    giremez…”

    Bu sözlerinin ardından Şehzâde Ertuğrul, dediği gibi hareket

    etti ve bir avuç yiğidiyle koca Timur ordusuna karşı inanılmaz

    bir mukâvemet gösterdi. Kahramanca vuruştu.

    Ancak sel gibi

    akan bir ordunun önünde cengâverleriyle birlikte nihâyet

    şehâdet şerbetini nûş eyledi.

    Şehzâdeyi bertaraf eden Timur, kaledekilere, teslîm olurlarsa

    kimsenin kanını dökmeyeceğine dâir haber yolladı.

    Fakat bu söze güvenerek teslîm olan bütün kale müdâfîlerini

    hunharca öldürdü.

    Durumu haber alan Yıldırım Bâyezîd, hem bir kalenin düşmesi

    hem de birçok yiğitle birlikte evlâdını kaybetmenin acıları

    içerisinde derin bir mâteme büründü.

    O sırada Uludağ sırtlarındaydı. İleride hiçbir şeyden haberi olmayan bir çoban, kavalıyla içli içli havalar çalmaktaydı.

    Koca Sultan, bir müddet kavalı dinledikten sonra çobana derin

    bir teessür içinde:

    “–Çal, çoban çal!.. Keyf de senin, rahatlık da senin…

    Ne derdin var ki? Sivas gibi kalen mi gitti, Ertuğrul gibi yiğit

    evlâdın mı öldü?.. Çal, çoban çal!..” dedi ve ardından atını hızla

    Bursa’ya doğru sürüp gitti.

    Bâyezîd Han, Timur’un mektuplarına her ne kadar sert

    mukabelelerde bulunduysa da, gerçekte buna ve daha sonra

    harbe Timur tarafından mecbûr bırakılmış bulunmaktaydı.

    O’nun, Sivas muhâfızı Malkoçoğlu Mustafâ Bey’e söylediği şu

    sözler, bunu gâyet açık bir şekilde ifâde eder:

    “–Malkoç Bey! Bunca insanı, husûsiyle de âlemden habersiz

    çocukları dahî feryâd ü figân ve iniltiler içinde helâk eyleyen

    Timur gibi zâlim ile benim sulh yapacağımı hatırına bile

    getirme!..”

    Yıldırım Bâyezîd’in başına gelen en tâlihsiz hâdise, hiç

    şüphesiz ki muhteris bir hükümdar olan Timur ile yaptığı

    Ankara Muhârebesi’dir. Bu muhârebe, Osmanlı’nın hazîn

    mağlûbiyeti ile neticelenmiş ve acı bir fetret döneminin

    başlangıcı olmuştur. Kuru bir inatlaşmanın neticesi, bütün

    Anadolu tekrar eski karışıklığa düşmüş ve batıda yapılan İslâm

    fütûhâtı bir müddet için de olsa durmuştur. Bu itibarla Timur,

    her ne kadar şahsî hayatında dindâr bir hükümdar olsa da bu

    inatlaşmanın sonunda yaptığı işler, hiç de bir müslümanın

    inanış ve hissiyatıyla bağdaşır bir iş değildir. Zîrâ Sivas’ta

    insanları dehşetli bir şekilde öldürmesi ve benzeri davranışları,

    hiçbir mâzeretle te’lîf edilemez.

    Diğer taraftan Timur gâilesi, Osmanlı’nın batıdaki fütûhâtını en az elli yıl geriye atan bir felâkettir.

    Takdîr edilir ki, bir âile reîsinde benlik olsa, bu menfî

    husûsiyet, sadece âile fertlerine zarar verir. Ancak bir devletin

    başında bulunan kimselerde en ufak bir benlik bulunduğu

    zaman, bu da, büyük bir millet kitlesinin zarar görmesine ve toplum fâciâlarına sebep olmaktadır.


    İşte Timur’daki husûsiyet de bu benlikten başka bir şey

    değildir. O, «Bütün cihâna ben hâkim olacağım» gâyesiyle

    hareket etmiştir. Yoksa Osmanlı’yla arasında çıkan ihtilâflar, o kadar büyük mes’eleler değildir.

    Hâl böyleyken Ankara mağlûbiyetine bakarak Yıldırım

    Bâyezîd’in müstesnâ şahsiyeti hakkında yanlış

    değerlendirmeler yapmak da doğru değildir.

    Üstelik bu harbi kaybettiren sebep, Yıldırım’ın dirâyetsizliği

    değil, Selçuklu’nun dağılışından o güne kadar devamlı bir

    sûrette liderlik hırsıyla birbirleriyle çekişen Anadolu beylerinin

    yine aynı hırsla Sultan’a ihânet edip karşı tarafa geçmeleridir.

    Yoksa bu ihânetten evvel Yıldırım’ın, çok açık bir şekilde harbi

    üstün olarak sürdürdüğü, gâlibiyyete iyice yaklaşmış olduğu

    târihî bir gerçektir. Hattâ harbin ilk altı saatindeki Osmanlı

    üstünlüğü karşısında Timur, bir ara îtidâlini kaybetmiş ve

    dizüstü çökerek sulh talebine karar vermişti. İşte tam bu

    esnâda bir hayli uğraşıp da neticede câzib vaadlerle

    kandırabildiği bir kısım Anadolu beylerinin Yıldırım’a ihâneti,

    imdâdına yetişti ve harp kendi lehine döndü. Bu gerçeği Timur:

    “–Bu dervişler döğüşmede kusûr etmediler.” diyerek îmâ ile de

    olsa itirâf etmekten kendini alamamıştır.

    Diğer taraftan onun bu ifâdesi, büyük bir hakîkati anlatmakta,

    yâni Osmanlı’nın bir “Gâzîler Devleti” olduğu telâkkîsinin ne

    kadar yaygın olduğunu göstermektedir.

    Nitekim bu telâkkî dolayısıyladır ki, Timur, zaferi kazanmış

    olduğu halde, üstelik Yıldırım Bâyezîd Han’ı da esîr almış

    bulunmasına rağmen Osmanlı ordusunu imhâ edememiştir.

    Ganîmetler hariç, milletine hiçbir şey kazandırabilmiş değildir.

    Timur’un benliği, büyük bir savaşa sebebiyet vermiş ve

    ardından gözü yaşlı binlerce yetîm, dul ve mazlûm bırakmıştır.

    Girdiği beldelerdeki halkların müslüman oluşlarına dahî

    aldırmayan Timur’un, nâmus, şeref, mal-mülk v.b. husûslarda

    ahâlîye yapmadığı zulüm kalmamış, özellikle Bursa’da taş

    üstünde taş bırakmayarak Osmanlı’nın bütün târihî

    vesîkalarını yaktırmıştır ki, bu büyük bir cinâyettir.

    Bu itibarla Timur ve Yıldırım karşılaştırıldığında Yıldırım’ın ondan çok çok üstün bir sultan olduğu âşikârdır.

    Zîrâ

    Timur’un devleti, Ankara zaferine rağmen on sene içinde

    dağılıp gitmiştir. Yâni Timur, Osmanlı’dan daha yüksek bir

    medeniyeti temsîl etmediği için işgal ettiği yerlerden sadece sel

    suyu gibi gelip geçmiştir. Kalıcı olamamıştır.

    Hattâ kendisinden sonra devleti dağılmıştır.

    Yerine kalan İlhanlılar da, varlıklarını çok uzun

    sürdürememişlerdir.

    Buna mukâbil, Yıldırım’ın ardından bıraktığı devlet ise, on

    sene içinde derlenip toparlanmış ve yeniden dipdiri bir fetih devleti hâline gelmiştir.

    Bunun sebebi de, Osmanlı’nın,

    Edebali silsilesi tarafından

    atılan mânevî temellerindeki sağlamlıktır.

    Nitekim Edebali silsilesinin mübârek elleriyle yoğrulan

    Osmanlı’nın en büyük husûsiyeti;

    «Ben baş olacağım!»

    dâvâsı gütmemiş ve bu uğurda müslüman kanı dökmemiş olmasıdır. Bu husûs çok mühimdir.

    Anadolu’daki diğer beylikler ise:

    «Selçuklu’nun yerine ben kalacağım;

    Anadolu birliğinin başı ben olacağım!»

    diye birbirleriyle sürekli harp etmişlerdir.

    Oysa Osmanlı, ehl-i küfürle harbi tercîh etmiş,

    hizmetlerini nefislerine değil,

    dîn-i mübîne tahsîs kılmışlardır.

    Dolayısıyla Osmanlı’nın sür’atli bir şekilde yükselmesinin en büyük sebeplerinden biri budur.

    Yâni Osmanlı, «hurra…» sesleriyle gelen bir gürûh ile

    harbetmeyi tercîh etmekle, İslâm’daki cihâd rûhuna muvâfık

    hareket etmiş, bu sebeple müslüman kitleler tarafından

    devamlı destek görmüştür.

    Diğer Anadolu beylikleri ise, birbirleriyle mücâdele etmişler,

    ancak her iki taraf da «Allâh, Allâh» sesleriyle üzerine

    gelenlerle harbettiğinden teb’aları tarafından takdîr ve tasvip

    görmemişlerdir. Dolayısıyla beyliklerin halkları, vicdânen

    rahat olamamış ve alttan alta Osmanlı’ya iltihâk etmiştir.

    Bu iltihâkı câzipleştirmede en çok muvaffak olan sultanlardan

    biri de hiç şüphesiz Yıldırım Bâyezîd’dir.

    Henna ve ViSAL bunu beğendiler.
  4. Alt 02-26-2009, 22:57 #4
    beyza Mesajlar: 2.053
    Dolayısıyla ifâde etmelidir ki, eğer Ankara mağlûbiyeti



    olmasaydı, herhalde Bâyezîd Han’a yapılan birtakım yanlış



    isnâdlar, vâkî olmayacaktı.



    Şu halde Yıldırım hakkında



    söylenen birtakım şahsî kusurları da bu zâviyeden mütâlaa etmek gerekir.



    Nitekim o dönem meşhûr şâir ve târihçilerinden Ahmedî,



    “Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osmân” adlı eserinde şöyle der:



    “Yıldırım Han, babası ve dedesi gibi âdil ve kâmil bir pâdişâhdı.



    İlim ehlini sever, onlara izzet ve ikrâm eylerdi.



    Âbid ve zâhid kimseleri ziyâde hoş tutardı.



    Kendi zühdü de âşikârdı. Gece gündüz tâat ile meşgûl idi.



    Eline içki kadehi bile almamış, hattâ çeng ve ney dahî



    dinlememiştir. O, Ömer -radıyallâhü anh- adâletinde bir şâh-ı



    Osmânî’dir.”



    Velhâsıl son sözümüz şudur ki, Yıldırım Bâyezîd Han,



    gâzîler ve mücâhidler sultanı olarak esârette teslîm-i rûh



    eylemekle şehâdet rütbesine nâil olmuş büyük bir serdardır.



    Rahmetullâhi Aleyh!..



    Osmanlılar’ın titizlikle riâyet ettiği mübârek topraklara sürre



    alayı gönderme an’anesi, ilk olarak Yıldırım Bâyezîd Han



    devrinde başlamıştır.



    Silsile-i sâdât-ı Nakşibendiyye’den Hâce Bahâüddîn



    Nakşibend -kuddise sirruh-,



    Hâce Alâüddîn Attâr -kuddise sirruh-,



    Allâme Sâdeddîn Taftazanî ve Hâfız-ı Şîrâzî,



    Yıldırım Han devrinde vefât eden büyük zâtlardır.



    Yâ Rabb! Senin yolunda hizmeti kendilerine tâc etmiş o



    müstesnâ insanların mânevî dünyâlarından cümlemize bir



    nasîb ihsân eyle!..



    Âmîn!..



    Osman Nuri Topbaş

    Henna ve ViSAL bunu beğendiler.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.