Serin bir akşamüstü, hafif bir yağmur çiseliyor sessiz sedasız. Bu bir devir teslim töreni belki de, ilkbahar artık yerini yaza bırakmak üzere. Son bir gayretle son bir bereket diyor ve hafifçe düşüyor toprağa. Kokusunu duymak istiyorum ve ömrüm durgunluğuna adanmış gölün kıyısına gidiyorum, yalnızlığımın ellerinden tutup.

Hatırladım birden, ne çok severdin sen yağmurları. "Bak yağmur başladı, hemen çıkıp ıslanmalıyım" derdin. Ben de kızardım yarı anne misali "Hayır, hasta olacaksın." Güler geçerdin ve bir süre sonra ıslak bir yürekle dönerdin geriye. Bu sefer daha neşeli çıkardı telefondaki sesin "Sana şimdi sırılsıklam aşığım işte..."

Yağmurlar hala yağıyor doğup büyüdüğüm bu semte, sadece uzakta kalıyor yüreğini ıslatıp geri dönüşlerin. Karşımdaki göl damlaları kucaklıyor, şefkatli bir anne edasıyla basıyor bağrına. İki sevgili geçiyor önümden sarmaş dolaş, götürüyor sıcak gülüşleri beni yedi sene öncesine. Aynı göl, aynı sahil ve küçük bir genç kızım daha, karşımdaki kızın yaşlarında. İlk buluşmam bu senle. Biraz heyecanlı biraz utangaç çocuk yanım, ellerinin ellerime ilk değişinin ve kollarının beni ilk sarışının masum işvesi, aklımda bugün gibi. Gülümsüyorum işte, o küçük kıza ilk sessiz dokunuşunu her hatırladığımda.

Yağmur durdu, hava açıyor şimdi. Ufak bir tartışma geliyor aklıma güneş sarı sarı parladıkça. Hani hep siyah olsun istediğin saçlarım var ya hala sapsarı. Bir gelinlikçi dükkanı, "Bak diyorum, işte bu istediğim gelinlik, straplez olacak". İtiraz ediyorsun "Hayır askıları olacak ve saçların siyah olacak, açık bırakacaksın, dökülecek omuzlarının üstünden gelinliğine." Bende itiraz sırası "Hayır, ne yaparsan yap ama saçlarımın sarısına dokunma." Sahi ne isterdin saçlarımdaki sarıdan, hüzün mü dolanırdı parmaklarına dokundukça?

Adını bilmediğim bir kuş gölün üstünde, yiyecek bulma çabasında süzülüyor. Dido geliyor aklıma, bir ayağı topal olduğu için hep acıdığım o yaşlı kuş. Hani gele gide bana da alışmaya başlamıştı tam, ah ölmemeliydi, ne akıldı kuştu o değil mi? Sevimli bir teyze, elindeki simidi benim adını bile bilmediğim kuşla paylaşırken anlatıyor yanındakine, oğlunun yeni taşındığı evi. Ah o ev kavgalarımız yok mu, kahrolası düşüyor işte aklıma gene. Sen uzaklaşmalıyız bu semtten diyorsun, uzak bir semte taşınmalıyız. Bense olmaz diyorum ille de annem, uzaklaşamam onun sıcağından.

Ne çok anım varmış oysa senin etrafında dolanan, altı yıla sanki koca bir ömür sığdırmışız farkına varmadan. Estikçe anıların rüzgarı, acıtan veya dudakta sıcak bir tebessüm bırakan yığınla şey geliyor aklıma. Ne çok resim, ne çok mektup ve ne çok şiir biriktirmişiz, yırtıp atmasaydım hepsini okuyup gülümserdim şimdi belki.

Yoksun hayatımda, sağ yüzük parmağımdaki halkayı avuçlarının içine bıraktığım günden beri. Sahi baksana nerdeyse iki yıl geçti. Pişman mıyım, değilim. Sadece bugün anılar bir yağmur damlasıyla süzüldü koynuma, girdi aklıma. Hayat sensiz yaşanamaz sanırdı hep çocuk yüreğim, oysa şimdi büyüdüm, yaşanır bilirim. Hayatımın sen kokan yanını bir çırpıda söküp attım canımdan ve hala yaşıyorum bak. Yağan yağmurlarla aktı çocuk yanılgılarım, şimdi senden arındım, tertemiz ve mutlu yarınlarda, yaşanamaz sandığım çocuk yanıma inat yaşamaktayım.

Kalkıyorum oturduğum banktan, gülümsüyorum durgun gölüme bakarak geçmişe. Saçlarıma güneşin, gözlerime umudun rengini takıp gidiyorum. Bu göl mü, burayı senli de sensiz de seviyorum. Anılar mı, bırak arada gelsinler aklıma, hatırladıkça geçmişi çocukluğuma da bir gülücük yolluyorum.

Büyüdüm, sen bilmesen de ben biliyorum...