Denizanasının Kollarında   Konuyu açan: kipchak   İlk Mesaj: 05-31-2008 (19:28)   Son Mesaj: 05-31-2008 (19:28)    Cevap: 0    Gösterim: 1116  

    05-31-2008

    Denizanasının Kollarında

    Denizanasının Kollarında
    Prof.Dr. Arif SARSILMAZ


    Merhaba sevgili okuyucularım;

    Bugün, karşınıza değişik özellikler bahşedilmiş bir hayvan olarak ben çıkıyorum. Belki çoğunuz hayvan olduğumu bile bilmiyorsunuz. Ancak deniz kıyılarına yakın oturanlardan bazılarınız beni tanıyabilir. Aslında beni tanımamakta pek de haksız sayılmazsınız. Çünkü 'hayvan' denince akla; kafası, gözü, kulağı ve kuyruğu olan canlılar gelmektedir. Ancak kendinizi böyle şartlandırmamalısınız! Zîrâ Allah, yarattıklarını nasıl dilerse öyle yaratır. O'nun kudreti ve ilmi sınırsız olduğuna göre, sanatını dilediği gibi sergiler. Kendini tekrarlamak bir yetersizlik belirtisidir. Allah her türlü âcizlik ve zayıflıktan münezzehtir. O, çoğunuzun bir kere bile görmediği, gördüğünde ise, 'Böyle de hayvan mı olurmuş?' diye hayretini gizleyemediği daha ne çok canlı yaratmıştır.

    Beni birçoğunuz görmediği için kendimi iyi tanıtmam gerekecek. Her şeyden önce vücudumuzun plân ve temel mimarîsi, diğer hayvan gruplarından çok farklıdır. Bu temel yapı bakımından, sadece süngerler ve taraklı hayvanlar bize benzer. Zaten onların da birer hayvan olduğunu zor anlarsınız. Hele süngerler denizin dibinde bir kayanın üzerine yapışmaları ve dallı budaklı bir ağaca benzemeleriyle, hayvana biz kadar da benzemezler.

    Bu temel farklılık, vücudumuzun üç tabakadan değil, iki tabakadan inşâ edilmesindendir. Bunu biraz açacak olursam: Omurgalı hayvanların tamamı, omurgasızların ise ekseriyeti, henüz tek hücrelik döllenmiş bir yumurta halinden embriyon haline getirilirken, vücutlarında yaratılacak organ ve sistemlere kaynaklık etmek üzere, önce üç embriyonik doku tabakası inşa edilir. Her bir tabakanın, canlı geliştirildikçe, hangi organ ve sistemlere ait hangi dokuları meydana getireceği, yaratılış programlarına kodlanmıştır. Meselâ en dıştaki tabakadan (ektoderm) deri ve sinir sistemi; orta tabakadan (mesoderm) kemik, kas ve bağ dokularından müteşekkil iskelet sistemi, kan hücreleri ve damarların yapıya katıldığı dolaşım sistemi ile diğer birçok iç organ meydana getirilir. En içteki tabakadan (endoderm) ise, yutaktan bağırsak sonuna kadar olan sindirim borusunun iç yüzünü astarlayan epitel doku ve sindirim bezleri yaratılır.

    Bizim vücudumuz ise, yukarıda zikrettiğim hayvanların ekseriyetinde olduğu gibi üç embriyonik tabaka yerine, iki tabakadan yaratılmıştır (Şekil 1). Organların büyük kısmının geliştirildiği orta tabaka (mesoderm) bizlerde yoktur. Dolayısıyla bu orta tabakada gelişmesi beklenen birçok doku ve organ bizde yoktur. Bu tabakanın yerine, jelatin kıvamında bir madde ile dış ve iç örtümün arası doldurulmuştur. Bu yüzden vücudumun % 97'si sudan ibarettir ve bu da yarı şeffaf bir görünüm kazanmama vesiledir. Dikkatli bakıldığında, gıda olarak içime aldığım balıklar bile görülebilir. Denizler için yaratıldığımızdan, bizi karaya çıkardığınızda pelte gibi yığılır kalırız. Çünkü söylediğim gibi, vücudumuza diklik ve sertlik veren bir iskeletimiz yoktur. Peki bu doku ve organların olmaması bizim için bir eksiklik midir? Hayır, aksine çok mutlu ve huzurlu bir şekilde denizlerde sizin göremediğiniz birçok güzelliği yaşıyor ve sergiliyoruz.

    Zaten evrimcilerin aldandığı noktalardan birisi bu husustur. Hayvanları birbiriyle kıyaslayarak iptidâî (ilkel) ve mütekâmil (gelişmiş) diye ayırmalarının temelinde "yaratılışta eksiklik arama" düşüncesi yatmaktadır. Evrimciler, her şeyi kusursuz yaratan bir Allah'a inanmamak ve bir sanat eseri olan canlılar âlemini; tesadüflerle kurulmuş mekanizmalara, 'tabiat'a veya sadece birer perde olan sebeplere vermek için, yaratılışta dâima abesiyet ve çirkinlik ararlar. Bu yüzden de bizleri basit veya ilkel olarak sınıflandırıyorlar.
    Denizanasının Kollarında
    Halbuki tabiata şöyle bakabilseler ne güzel olurdu: Allah, bütün hayvanları yaşadıkları muhitin ekolojik şartlarına uygun organlarla donatmıştır. Hiçbir hayvan yaşadığı yerden ve hayat tarzından şikâyetçi değildir. Çünkü kimseye fazladan organ verilmediği gibi, ihtiyacı olan elbise ve silâhlar da eksik verilmemiştir. Sizinki gibi bir gözümüzün olması şart değil, ihtiyacımız kadar ışıktan haberdâr edecek bir organ bize yeter. Sizin gözünüz, hayat tarzınıza göre size mükemmel gelebilir. Fakat bizim foto-reseptör (ışık alıcı) hücrelerinden yapılmış organımızı niye basit görüyorsunuz ki? Ayrıca bizim değişik türlerimizin daha farklı ışık alıcı organları da vardır. Bazılarımız sadece ışığa hassas hücrelere ve ışığı toplayan pigmentlere sahip kılınmışken, Cubomedusae grubu gibi bazılarımızda da, mercek ve korneanın bile bulunduğu, kamera tipi göze benzer şekilde çukurluğa yerleştirilmiş gözler vardır. Pigment maddesi, hücreler arasına dağılmıştır. Foto-reseptörler iki kutuplu özel sinir hücreleridir. Hücrenin ön ucu ışığa hassas yapılmış, arka ucu ise, ışık uyartısına cevap verebilmem için diğer sinir hücrelerime bağlantı yapacak tarzda şekillendirilmiştir. Her foto-reseptörden çıkan sinir aksonu, diğerleriyle bir araya getirilerek, optik sinir meydana getirilir. Küçük birer benek gibi olan bu gözcüklerim, şemsiye veya çan şeklinde olan gövdemin kenarlarına düzenli aralıklarla yerleştirilmiştir. Bu durum bize 180°'lik görme alanı kazandırır. Daire şeklinde dizilmiş olan ışık alıcı gözlerim, yaygın bir sinir ağı ile birbirleriyle irtibatlandırılmıştır. Böylece ışıkla ilgili bütün değişmelerin farkında olurum. Işık benim için çok önemlidir, zîrâ bütün üreme periyotlarım ışık şiddeti ve süresine bağlı ayarlanmıştır. Işık seviyesindeki kademeli azalmaya bağlı olarak, sinirlerimizde hiperpolarizasyon; artmaya bağlı olarak da, depolarizasyon dediğiniz tarzda elektrik akımı meydana getirilir. Halbuki diğer omurgasızlarda sadece depolarizasyon, omurgalılarda ise hiperpolarizasyon görülür. Bizde ikisi de görülmektedir. Bazılarımızın gözleri merceklidir. Bu mercekler çok enteresandır. Kademeli şekilde yapılmış olan bu merceklerin kırma indisi, merkezde çok yüksektir, kenarlara doğru ise azalmaktadır. Homojen yapıdaki merceklere nazaran bu merceklerin odak uzunluğu daha kısadır. Ayrıca değişen ışığa göre pigment tanecikleri hareket ederek ışığı kuvvetlendirir ve bu durum hassas bir görüntü taramasına imkân verir.

    Beynimizin olmadığını söylemiştim, zannedersem. Kafa olmayınca tabii ki, beyin de olmuyor! Basit görülmemizin sizce en önemli sebebi, beynimizin olmaması. Ancak sizin gözünüzün retinasındaki ışık alıcılarda bulunan rhodopsin ve opsin gibi proteinlerin benzeri kristalin maddesi bizde de var. Ayrıca serotonin, alfa amilobütirik asit ve glutamat gibi hususi maddeler, bilhassa gözlerimize yakın sinir hücrelerinde bulunmakta ve bunlara ışık algılama sistemimizde vazife gördürülmektedir. Beynimiz olmadığı için görüntünün nasıl teşekkül ettiğini ve idrak edildiğini merak etmeyin. Tabii ki, görüntü net bir fotoğraf şeklinde teşekkül etmiyor; mevcut yaygın sinir ağımızda bulanık bir görüntü meydana geliyor ve bu da bize yetiyor. Bizim için üzülmeyin, içinizdeki beyinsizlerden çok daha iyiyiz. Çünkü Rabb'imizi biliyoruz.

    Evrimci olduklarını söyleyenler, ısrarla hayvanları kendi kafalarına göre 'basit' ve 'gelişmiş' olarak sınıflandırıyorlar. Kim söylemiş ki bizim basit olduğumuzu? Aynı şekilde süngerler ve solucanlar gibi birçok hayvanı da 'basit' veya 'ilkel' diye yaftalayıp, akılları sıra kendilerinin 'gelişmiş' olduklarını îmâ ediyorlar! Çünkü kafalarında kurdukları 'evrim senaryosu'na göre, canlıların birbirlerinden tesadüfen ve tabii seleksiyonla evrimleşerek türediklerini anlatabilmek için, birilerinin 'basitlik' veya 'ilkellik' ile yaftalanması gerek. Zavallılar, bizi Yaratan'ın ilim ve kudretini inkâr etmek için ispatlanmamış ve hakikat olması muhal olan böyle hurafelere inanacaklarına, O'nun sonsuz kudret ve ilmine inansalar üzerimizdeki O’nun isimlerinin tecellilerini idrâk edeceklerdi.

    Bazı kaynaklarda 6-7 bin, bazı kaynaklarda ise tahminen 10.000 kadar türümüzün olduğu söyleniyor. En küçük türümüz 12 mm'lik bir gövde çapına sahiptir. En büyüklerimiz ise, 2 m'lik bir çapa ulaşabilir. Kubbe şeklindeki gövdemizin alt tarafında bulunan geniş delik, hem ağız, hem de anüs (makat) vazifesi görmektedir. Sizin boru şeklindeki sindirim sisteminizin yerine, benim torba şeklinde, tek açıklığı olan ve mide-bağırsak boşluğu (gastrovasküler boşluk) şeklinde isimlendirilen bir sindirim sistemim vardır. Bu boşluk orta bölgede geniş olup, şemsiye telleri gibi, ışınlar şeklinde etrafa dağılan bir kanallar sistemine sahiptir. Vücudum şemsiye veya kubbe gibi daire plânında olduğundan, ışınlarla düzgün dilimlere ayrılabilen bir simetriye sahiptir. Böbreğim olmadığından amonyağı vücut yüzeyimden difüzyonla atarım. Vücut içi yoğunluğum deniz suyu ile eşit olduğundan (isoosmotik) sıvı dengelenmesi kolay olur. Mesoglea isimli hücresiz jelatin kıvamındaki orta kısmımda, hemen hemen hiçbir metabolik faaliyet olmadığından, oksijen ihtiyacım azdır. Dolayısıyla dış taraftan epidermal hücrelerle, iç taraftan da mide-bağırsak boşluğumu döşeyen endodermal hücrelerle yapılan difüzyon, oksijen ihtiyacıma kâfi gelir.

    Mide-bağırsak boşluğum büyük bir depo gibi, içine aldığı gıdaları sarar ve mide bağırsak boşluğumun duvarlarından salınan enzimlerle parçalanan gıdalar, yine aynı duvardaki diğer hücrelerce emilir. Mide-bağırsak boşluğuna bağlı kanallar içindeki sıvıda erimiş besinler ve oksijen, şemsiye biçimindeki gövdemin her tarafına dağıtılır.

    Hem ağız, hem makat olarak çalıştırılan deliğin yanlarında bulunan kollarımın sayısı ekseriya dört veya katları (8-16) şeklindedir. Bu kollar avlarımı yakalamaya yarar. Ayrıca kubbe şeklindeki gövdemin kenarlarından aşağıya sarkan, çok sayıda tentakül ismi verilen uzantıya da sahibim. Phsalia isimli türümüzün tentakülleri 40-50 m uzunlunda olabilir. Gerek ağız kollarımın, gerekse gövde yanlarındaki tentaküllerimin üzeri mükemmel bir silâh olan yüzlerce patlayıcı kapsülle donatılmıştır. Bu kapsüllerdeki incelik bile bizlerin ne kadar mükemmel yaratıldığını gösterir. Hususi yapıdaki nematocyst veya cnidocyst ismi verilen bu hücreler, kurulmuş bir yay gibi patlamaya hazırdır. Her kapsülün içine kıvrılmış bir yay şeklinde uzun bir kamçı yerleştirilmiştir. Patlayıcı kapsüllerdeki bu kamçıların üzerinde bulunan batıcı kılların şekli ve dizilişi türlerimize göre değişir. Herhangi bir şey kollarıma temas ettiğinde, el bombası gibi hazır bekleyen kapsüllerimin kenarındaki kıl benzeri hassas çıkıntılar, bir tetik gibi çalıştırılır. Pimi çekilmiş bomba gibi patlayan kapsülden çıkan üzeri dikenli kamçı, bana dokunanın derisine batar. Yüzlerce kapsülün bu şekilde düşmanlarıma veya avlarıma battığı düşünülürse, ne kadar güçlü silâhlara sahip olduğum anlaşılır. Batan dikenlerin verdiği acı o kadar önemli değildir, asıl önemli olan kapsüldeki zehirlerimdir. Bu zehirler çok tehlikelidir. Bazı türlerimizin neurotoksin tabiatındaki zehirleri hafif şiddette olduğundan, kaşıntı ve yaralara sebep olurken, bazı türlerimizin zehri, kramplara, şoklara ve ölümlere yol açabilir.

    Vücudumda sizde olduğu gibi bir kas dokusu yoktur; fakat epitelimsi kas (myoepitel) hücreleri olarak isimlendirilebilecek kasılma kabiliyetindeki bazı hücreler, iki tabakalı bir kuşak gibi gövdemi çevirmiştir. Gövdemi çeviren epitelin altındaki kas hücrelerinin kubbeli kısımda kalanları ile alt tarafta kalanları birbirine zıt olarak (antagonist) çalıştırılır. Jelatinimsi özelliğe sahip orta tabakamı çapraz geçen sinir hücrelerinin bir kısmı da sinir-kas hücresi (neuromuscula) tipinde olup, bunlar kasılma hareketlerini kontrol işini görür.

    Kubbe kısmım üstte olacak şekilde yüzerken, fazla enerji harcamamak için, duruma göre iki farklı yüzme tarzı deneyebilirim. Şemsiye şeklindeki gövdemin kenarlarını yelpaze gibi sallayarak yüzebildiğim gibi -jet motorlarının havayı içine alıp püskürtmesinde olduğu gibi- mide-bağırsak boşluğuma aldığım suyu ağzımdan kuvvetle dışarı püskürterek de, aksi istikamette yol alabilirim. Her iki hareket şeklinde de gövdemin tümseklik eğiminin, gövdemin çapına nispetinin rolü vardır. Şemsiyemin kenarlarına çok hassas ölçülerle yerleştirilmiş denge organlarım, ben farkında olmadan dengemi ayarlar. Ben bu tip ince hesaplardan anlamam. Sevk-i İlâhî ile, su akıntılarını, rüzgârı ve gövde şeklimi hesaba katarak uygun hareket tarzını tercih ediyorum.

    Yuvarlak ve renkli lekeler halinde dışarıdan bile görünebilen üreme organlarım, ekseriya dört tanedir. Yarım milimetre kadar olan yumurtalarım döllendikten sonra belirli bir plân dahilinde gelişmeye başlar. Önce bir lârva meydana gelir. Bu lârva zeminde sabit bir yere yapışır ve polip ismini verdiğiniz bana hiç benzemeyen ağaca benzer bir canlı haline gelir. Sonra bu canlı, halkalar halinde koparak medüz (denizanaları), suda serbest yüzmeye başlar. Bu üreme tarzında bazı sınıflarda (Hydrozoa) polip nesli daha hâkim olduğu halde, bizim sınıfımızda (Scyphozoa) medüz nesli daha hâkimdir. Mevsimlere göre toplu ürediğimizden, bazen binlercemiz bir araya gelir ve balıkçıların başına büyük dert oluruz.

    Büyüklerimiz balıklar ve omurgasızlarla beslenir. Bunlar avlarını patlayıcı kapsülleriyle felç eder. Cassiopea cinsimiz dinoflagellat denen canlılarla bir mukavele imzalamış gibi ortak yaşar.

    Maalesef daha anlatacak çok hususiyetim olduğu halde, üzerimdeki bütün sanatları gösteremeden, bitirmek mecburiyetinde kalıyorum. Çünkü derginizde bana ayrılan yer bu kadarmış. Koca koca fil ve balinalara da bu kadar sayfa ayırdığınıza göre itiraz hakkım yoktur. Kudreti Sonsuz Rabb'imin üzerimde sergilediği güzelliklerden çıkarılacak mânâyı nasıl olsa anlayan anlamıştır. Hâlâ bizi basit ve evrimin ilk basamaklarında kalmış görenlerin kulakları çınlasın!

    [SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/315/982.mp3[/SES]





    Denizanasının Kollarında Yorumları