Allah Teâlâ, bütün kâinatı ve içindekileri insana emanet olarak vermiş ve onu evlât, mal-mülk, sıhhat gibi türlü türlü nimetlerle mücehhez kılmıştır. İnsana verilen bütün bu nimetlerin ayrı bir şükrü ve her emanetin farklı bir muhafazası vardır.
Bu nîmet ve emanetlerin zirvesi de, Cenâb-ı Hakk'ın, Sevgili Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- vâsıtası ile, insanlığa, bir hidâyet rehberi olarak lutfettiği Kur'ân-ı Azimüşşân'dır.
Bize, bir fânî, herhangi bir emanet bırakacak olsa, Müslümanlık ve insanlık haysiyeti bakımından o emaneti koruma gayreti içinde oluruz. Hele bu emânet, bize kâinatın Fahr-i ebedîsi tarafından verilmişse, onun değerine paha biçilemez!.. Zira Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Haccı'nda ümmetine bıraktığı emânetler arasında, öncelikle, Kur'ân-ı Kerîm'i zikretmiş ve:
"Size iki emanet bıraktım. Bunlara sarıldığınız müddetçe hidâyet üzre olursunuz. (Bunlar), Allah'ın Kitab'ı ve Rasûlü'nün sünnetidir." (Muvatta) buyurmuşlardır.
Ayrıca Vedâ Haccı'nda Kur'ân-ı Kerîm'in muhtevasını kâmil bir sûrette tebliğ vazifesini îfâ eylediğine dair ashabından ikrar almıştır. Onların ikrârından sonra da üç kere "Şâhid ol Yâ Rabbî!" buyurarak Cenâb-ı Hakk'a iltica etmiş ve vazifesini yapmanın huzûru içinde âhirete irtihâl etmişlerdir.
Hazret-i Peygamber'in mübârek gönüllerinden ümmetinin gönlüne teslîm edilen bu yüce emanet, âbide şahsiyetler vâsıtasıyla yine gönülden gönüle günümüze kadar intikal ederek gelmiş; ve kıyâmete kadar devam edecektir.
Bu şerefli vazifeyi üstlenen bahtiyarlar arasında yer alan ecdâdımız da, 1400 yıllık İslam tarihi içinde yaklaşık bin yıl "'îlâ-yı kelîmetullâh'a, yâni kelime-i tevhidi yüceltmeye" hizmet eylemiş ve bu uğurda bütün imkanlarını bezletmiş(cömertçe sarfetmiş)lerdir. Dolayısıyla böyle şerefli bir mâzisi olan milletimizin bugünkü hâli, hepimizi ağır bir mânevî mes'uliyetin altına sokmaktadır. Onun için günümüzde yapılabilecek en ehemmiyetli hizmetlerin başında Allah ve Rasûlü'nün en şerefli emaneti olan Kur'ân-ı Kerîm hizmeti gelir. Bu meyânda unutulmamalıdır ki, kişinin hizmetinin değeri, gayreti mukâbilidir. Ve zorluk zamanlarındaki gayretin ecri de, kolaylık zamanındaki amel ve gayretlerden daha kıymetli ve farklıdır.
Bu bakımdan bizler hayatımız boyunca, bu hizmet içinde yer almaya ve Kur'ân'la hemhâl olmaya çalışmalı, gelecek nesillere ve evlatlarımıza bu ruh, heyecan ve aşkı vermeliyiz. Zira bir ebeveynin evlâtlarına bırakacağı en güzel mîras, ebediyet mirasıdır. Yâni evlatlarımıza fânî lezzetler değil; solmayan, eskimeyen ve pörsümeyen bir saadeti miras bırakmalıyız. Bu da elbette ki, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün Sünneti'dir.
Hâsılı öldükten sonra da amel defterimizin açık kalmasını istiyorsak, ardımızdan duâ eden ve duâ ettiren hayırlı bir nesil yetiştirmek sûretiyle mânevî bir akar bırakmak mecburiyetindeyiz. Ancak bu şekilde evlatlarımızın ve kendimizin âkıbetini muhafaza etmiş olabiliriz.
Kur'ân'la dolan bir yürek
Dilini ve gönlünü Kur'ân-ı Kerîm'den başka bir şeyle meşgul etmeyen, her istediğini Kur'ân-ı Kerîm'den âyet okuyarak isteyen, her sorulanı Kur'ân-ı Kerîm'den âyet okuyarak cevaplayan, lafza ve mânâya vâkıf nice kimseler yetişmiştir. İslâm büyüklerinden Abdullah bin Mübârek, bu vasıfları taşıyan bir kadının ibret ve hikmetlerle dolu hâlini şöyle nakleder:
"Allah'ın Beyt-ü'l-Haram'ını (Kâbe'yi) hac ve Peygamberimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in kabrini ziyaret maksadıyla yola çıkmıştım. Yolda bir karartı gördüm. Dikkatlice bakınca ne göreyim:
Sırtında yünden bir bürgü, başında da yünden bir başörtüsü bulunan yalnız bir kadın!.. Kendisine:
"-Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!" diyerek selam verdim. O da Yasin sûresinden:
"(Bu da) çok esirgeyici Rab'lerinden bir selâmdır!" (Yasin, 58) âyetini okuyarak selâmıma mukâbele etti. Ona:
"-Allah senin iyiliğini versin! Sen burada ne yapıyorsun?" diye sordum. A'raf Sûresi'nin 186. âyetinden:
"-Allah kimi şaşırtırsa, onu yola getirecek yoktur..." bölümünü okudu.
Anladım ki, yolunu kaybedip orada kalmış. Ona,
"-Nereye gitmek istiyorsun?" diye sordum. İsrâ sûresinin 1. âyetinden:
"Kulunu bir gece Mescid-i Harâm'dan alıp Mescid-i Aksâ'ya götüren.." bölümünü okudu.
Anladım ki, kendisi haccetmiş, Beytü'l-Makdis'e (Kudüs'e) gitmek istiyor. Kendisine, "-Senin yanında yiyeceğin bir şey göremiyorum?" dedim. Şuarâ Sûresi'nin:
"Beni yediren, içiren O'dur!" mealli 79. âyetini okudu.
Ona, "-Sen ne ile abdest alıyorsun?" diye sordum. Nisa Sûresi'nin 43. âyetinden:
"...Su da bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm ediniz!.." bölümünü okudu. Ona, "Yanımda yiyecek var. Yemek ister misin?" dedim. Bakara Sûresi'nin 187. âyetinden:
"Sonra, akşama kadar orucu tamamlayınız!.." bölümünü okudu.
Kendisine, "-Bu ay Ramazan değil ki?" dedim. Bakara Sûresi'nin 158. âyetinden:
"Kim gönlünden koparak (vacip olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfâtını görür). Çünkü Allah, tâatlerin ecrini veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir!" meâlli bölümünü okudu.
"-Seferde iftar bize mübah kılınmıştı ya?" dedim. Bakara Sûresi'nin 184. âyetinden:
"Eğer bilirseniz (güçlüğe rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." meâlli bölümü okudu.


Ona, "-Sen benimle, niçin benim seninle konuştuğum gibi konuşmuyorsun?" diye sordum. Kâf Sûresi'nin:
"İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın!" meâlli 18. âyetini okudu. Ona, "-Seni deveme bindirip kâfilene yetiştireyim." dedim. Bakara Sûresi'nin 197. âyetinden:
"Siz ne hayır işlerseniz, Allah onu bilir..." meâlli bölümü okudu.
Deveye binince, Zuhrûf Sûresi'nin 13 ve 14. âyetlerinden:
"...Bunları bize râm eden Allah'ın şânı ne yücedir! Yoksa, biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz (demelisiniz)." meâlli bölümünü okudu.
Nihayet kâfileye yetiştim ve, "-İşte senin kâfilen bu! Onun içinde senin kimin vardır?" dedim. Kehf Sûresi'nin 46. âyetinden:
"Servet ve oğullar, dünya hayatının zînetidir..." meâlli bölümü okudu.
Anladım ki, kâfilenin içinde oğulları var. "-Onlar hac kâfilesinde necidirler?" diye sordum. Nahl Sûresi'nin:
"Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar." meâlli 16. âyetini okudu.
Anladım ki, oğulları kâfilede kılavuzdurlar. Çadırları ve imâretleri kasdederek, "-Şu çadırların içinde seninkiler kimlerdir?" diye sordum. Nisâ Sûresi'nin 125. âyetinden:
"...Allah, İbrahim'i bir dost edinmiştir." meâlli son bölümü, 164.âyetinden "...Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu." meâlli bölümü, Meryem Sûresi'nin 12. âyetinden; "Ey Yahya! Kitaba var gücünle sarıl!.." meâlli birinci bölümü okudu.
Bunun üzerine, ben de, "-Ey İbrahim! Ey Mûsâ! Ey Yahya!" diyerek seslenince, ay parçası gibi üç genç çıkageldiler. Gelip oturdukları zaman anneleri, onlara Kehf Sûresi'nin 19. âyetinden:
"...Şimdi siz birinizi gümüş para ile şehre gönderin de, baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse ondan size erzak getirsin!.." meâlli bölümü okudu.
Gençlerden biri giderek yiyecek satın aldı, onu önüme koydular. Kadın, el-Hâkka Sûresi'nin, "Geçmiş günlerde işlediğiniz iyiliklerin karşılığı olarak âfiyetle yeyiniz, içiniz!" meâlli 24. âyetini okudu. Fakat ben kadının oğullarına:
"-Şimdi siz onun (ananızın) hâl ve şânını bana haber vermedikçe, yiyeceğiniz bana haram olsun!" dedim. Bunun üzerine gençler:
"-Bu bizim anamız, Rahman olan Allah'a karşı bir hataya düşme korkusuyla, kırk yıldan beri Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden başkasını tekellüm etmez, konuşmaz!" dediler.
Ben de Cuma Sûresi'nin: "Bu, Allah'ın kime dilerse ona vereceği bir fazl (u inayettir)! Allah büyük fazl (u kerem) sahibidir!" meâlli 4. âyetini okudum. (M. Asım Köksal, Kitab ve Sünnet, 21-25)

Peygamber Efendimiz, Kur'ân-ı Kerîm hakkında:
"Sizden birisi eğer Rabb'inin kendisiyle konuşmasını arzu ederse Kur'ân okusun." (Hatib-i Bağdâdî, Deylemî)
"Her ziyâfet çeken, ziyâfetine (insanların) gelmesini ister, sever. Kur'ân da Allah'ın ziyâfetidir, ondan uzak durmayınız!" (Beyhakî) buyurmuşlardır.