Cezasız Çocuk Terbiyesi Olur mu?

Katıldığım bir konferansta, bir anne, yanımdaki kalabalığın dağılmasını bekledikten sonra, biraz da mahcup bir edâ ile yanıma yaklaştı. Kırk yaşlarına yakın annenin gözleri doluydu. Titrek bir sesle: “-Bana lütfen yardım ...


Ağaç Şeklinde Aç10Beğeni
  • 4 gönderen beyza
  • 1 gönderen xyzt
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen beyza
  • 1 gönderen E.Ahsen

  1. Alt 07-10-2008, 22:35 #1
    beyza Mesajlar: 2.053
    Katıldığım bir konferansta, bir anne, yanımdaki kalabalığın dağılmasını bekledikten sonra, biraz da mahcup bir edâ ile yanıma yaklaştı. Kırk yaşlarına yakın annenin gözleri doluydu. Titrek bir sesle:

    “-Bana lütfen yardım edin. Çocuklarıma karşı çok sert davranıyorum, çocuklarım yanlış yaptığında çok çabuk öfkeleniyor ve hemen şiddete başvuruyorum. Ama artık kullandığım şiddet, öyle bir hâl aldı ki, ne çocuklar «dayak»tan korkuyor, ne de ben kullandığım şiddetin önüne geçebiliyorum.

    Çoğu zaman sinirlerime hâkim olamıyor, vurduğum tokatların tesiriyle burunlarının, ağızlarının kanadığını görüyorum.

    Çocukları yatırdıktan sonra ancak kendime gelebiliyorum, o zaman da vicdan azabından kıvranıyorum… Onlar uyuduktan sonra o mâsum yüzlerine bakıyor, elbiselerini kokluyor, oyuncaklarını bağrıma basıp ağlıyorum.

    Ama ertesi gün, içimdeki canavar tekrar uyanıyor, ne kadar «Şiddet uygulamayacağım!» diye dirensem de bir yerde kontrolümü yine kaçırıyorum. Lütfen bana yardım edin!.. ” diyerek karşımda ağlamaktan konuşamaz hâle gelmişti.

    Bir başka anne:

    “-Eşimle ne zaman kavga etsek, hırsımı çocuklardan çıkartıyorum. Hâlbuki bunun çok saçma olduğunu da biliyorum. Ama aklım, duygularıma hâkim olamıyor. Yanlış olduğunu bildiğim hâlde, eşimle olan kavgalar, beni şiddet uygulamaya itiyor.” demişti.

    Yukarıdaki iki örnekte de görüldüğü gibi, şiddet bir defa başladığında durdurulması çok zordur. Anne bilinçli bir yol izlemedikçe, ya da profesyonel bir yardım almadıkça, şiddet bataklığında çırpınmaya devam edip duracaktır.


    Şiddet, Morfin; Cezâ, Esrar Gibidir

    Şiddet, uyuşturucu madde bağımlılığında “morfin” gibidir.

    Hiçbir uyuşturucu bağımlısı, birdenbire morfin kullanmaya başlamaz.

    Morfinden önceki aşamalar vardır.

    Tıpkı bunun gibi, “şiddet morfini” kullanmaya başlayan annenin, bu tehlikeli yolculuktaki ilk durağı, çocuklarına uyguladığı “cezâ”lardır.

    Cezâ ise, “esrar” gibidir.

    Daha az zararlı gibi görünen, ama bir gün, “Keşke bulaşmasaydım bu işe!..” dedirtecek kadar tehlikeli bir bağımlılıktır.

    Madde bağımlılığı gibi, şiddet ve cezâ da insan bünyesinde psikolojik bir bağımlılık oluşturur. Hiçbir bağımlı, kendi hâlinden memnun değildir.

    Anne, bir yandan bu bağımlılığın, kendine ve çocuklarına verdiği zararı görecek ve pişman olacak, diğer yandan da kendine hâkim olamayıp aynı davranışları sergilemeye devam edecektir.


    Ne yazık ki, günümüzde çocuk terbiyesinde en çok başvurulan “davranış değiştirme” metodu, “cezâ”dır. Ama etrafınıza bir bakın lütfen; “cezâ” alarak “adam olmuş” bir çocuk görüyor musunuz? Göremezsiniz, zira cezâ almak ve cezâ vermek onur kırıcıdır.

    Cezâ, çok defa düzelebilecek bir davranışın, çocuğun içinde gizlenip, bir gün yeniden hortlamasına sebep olabilecek bir “baskı” yöntemidir.


    Ancak ve ne yazık ki, çocuk terbiyesinde çok rahatlıkla ve çok sıklıkla kullanılmaktadır.

    Çocuklarına karşı cezâ kullanan bir anne, şayet çocuğunu düşürdüğü durumu hakîkaten bilmiş olsa idi, sanırım ki, yılandan kaçar gibi, şiddet ve cezâdan kaçacaktı.



    Cezâ Ne Alanı, Ne de Vereni Memnun Eder

    Cezânın, -yanlış bir usûl olarak- öylesine yaygın bir terbiye metodu hâlinde kullanıldığına şahit olmaktayız ki, bazen neden “şiddet toplumu”na dönüşmeye başladığımızı araştırmaya bile gerek kalmadığını hissediyoruz.

    Cezâ, sosyal hayatta kabul görmektedir ki, cezâsız bir terbiye artık neredeyse düşünülemez hâle gelmiştir.

    Cezâ ve cezânın oluşturduğu ruhtaki dalgalanmaları ilerleyen satırlarda ele alacağız, fakat burada şu hususa değinmeden edemeyeceğiz:

    İster fizikî cezâ, ister materyal cezâ ve ister duygusal cezâ, asıl tesirini, çocuğun ruhunda oluşturur.

    Annesinden küçük bir tokat yiyen çocuk, yediği dayağın fizikî acısı ile ağlamaz.

    Çocuk, o dayak sırasında ruhunda aldığı yara ve duygularındaki ezilmenin tesiri ile ağlar. Tıpkı, eşinden dayak yiyen bir kadın gibi…

    Eşinden “sadece bir tokat” yiyen kadın, acaba tokadın acısı ile mi eşine karşı bir soğukluk hisseder?

    Eşinin kendisini dövmesinin acısı ile mi uzun bir süre eşi ile konuşmak dahî istemez? Hayır, dayak yiyen eş, kırılan onuru, yok sayılan kimliği ile kocasına karşı soğukluk hisseder. Her ne kadar dayakçı eş:

    “-Ya, ne var bunda, altı üstü bir tokat attık!.. Sanki çok mu acıdı?

    Bu kadar abartmaya gerek yok!..” derken, ne kadar “duygusuzca” bir yaklaşım sergiliyorsa, tıpkı bunun gibi, çocuğuna bir tokat atan annenin:

    “-Niye bas bas bağırıyorsun ki, usulca bir defa vurdum, abartmaya gerek yok!..” demesi de o derece duygusuzca bir yaklaşımdır.


    Cezâ Nedir, Cezânın Çocuk Terbiyesinde Yeri Nedir?

    Cezâ, kelime anlamı olarak, yapılan bir davranışa mukabil karşılık vermek demekse de, bilinen anlamı ile cezâ, işlenen bir kabahat karşılığında, kabahati işleyen kişiye, fizikî, rûhî veya psikolojik güç kullanmaya verilen isimdir.

    Cezâ, kısa vâdeli çözümdür. Yanlış yapan çocuk, cezâ baskısı ile geçici olarak durdurulabilir. Ama çocuğun bu durduruluşu, asla arzu ettiği davranıştan vazgeçmesi anlamına gelmez.


    Yukarıdaki annelerin çocuklarına uyguladığı şiddet örneğini ele alacak olursak, bahsi geçen iki annenin, çocukları ile aralarında bir sevgi problemi yok!..

    İki anne de çocuğunu çok sevdiğini söylemişti. Yani anneler çocuklarını döverlerken, onları “sevmedikleri için” değil, aksine onları “çok sevdikleri için” dövmektedirler.

    Bu iki anne, şiddet uygulamaya ilk önce mâsum cezâlar ile başladıklarını belirtmişlerdir. Sonra mâsum cezâlar; ağır cezâları, ağır cezâlar, daha ağır cezâları, daha ağır cezâlar da şiddeti doğurmuştur.

    O hâlde şu soruyu sormadan edemeyeceğiz:

    “-Madem ki, cezâ böylesine tehlikeli bir silahtır, o hâlde neden hemen hemen her annenin başvurduğu bir terbiye aracıdır?”

    Anne, eğer cezâ vererek terbiye etmeye çalıştığı çocuğunun, içinde yaşadığı depremi görebilseydi, çocuğuna cezâ vermekte bu kadar rahat davranmazdı.

    Cezânın tesiri hemen görülmediği için, anne, ileride karşısına çıkacak tehlikeden habersiz cezâ vermeye, cezâdan yardım almaya devam edip duruyor.

    Cezânın bir çocuğun dünyasında hangi duygusal değişiklikleri yaptığını ileride daha teferruatlı olarak anlatacağız.

    Bununla birlikte cezâ, günümüzde, ne yazık ki, “meşrû” ve “kabul gören” bir terbiye metodudur.

    Çocuğuna cezâ vererek terbiye etmeye çalışan bir anne hakkında, toplumun diğer fertleri “anormal” bir şey yaptığını düşünmezler.

    Hatta daha da ötesi, çocuğuna cezâ veren anneye, “Vardır elbet bir sebebi…” diye sahip çıkılır.

    Anne ise, bugünkü “şiddet içerikli sosyal hayatta” çok rahatlıkla kabul gören bu cezâları, sorgulama ihtiyacı bile duymadan uygulamaya devam eder.

    Annenin çocuklarına karşı cezâ verme yetkisi o kadar tabiîdir ki, çocukları, bu konuda “yasal koruma” altına alma ihtiyacı bile hissedilmemiştir.

    Avrupa’nın birçok ülkesinde, özellikle fizikî cezâlara karşı çocuklar kanunlar ile koruma altına alınsa da, psikolojik ve duygusal cezâların hem tespit edilmesi, hem de yasaklanması pratikte imkansızdır.


    Bir suçlunun suçuna cezâ vermek için normal şartlarda bir mahkeme heyeti kurulup -bir değil birkaç kişinin kararı ile- cezâ verilmesinin mecbur olduğu düşünülürken, çocuklara verilecek cezâlarda, ne bir mahkeme, ne de bir heyet ihtiyacı duyulmamaktadır. Çok defa anne; hem savcı, hem yargıç, hem de hâkim olarak, çocuğunu yargılamakta ve hak ettiğini düşündüğü cezâyı tek başına rahatlıkla uygulayabilmektedir. (Devam edecek)

    Adem Güneş/Şebnem Dergisi

    Konu beyza tarafından (09-06-2008 Saat 17:28 ) değiştirilmiştir.
    yabanGülü, xyzt, göktürk ve 1 diğerleri bunu beğendiler..
  2. Alt 07-11-2008, 00:31 #2
    xyzt Mesajlar: 384
    Bir suçlunun suçuna cezâ vermek için normal şartlarda bir mahkeme heyeti kurulup -bir değil birkaç kişinin kararı ile- cezâ verilmesinin mecbur olduğu düşünülürken, çocuklara verilecek cezâlarda, ne bir mahkeme, ne de bir heyet ihtiyacı duyulmamaktadır. Çok defa anne; hem savcı, hem yargıç, hem de hâkim olarak, çocuğunu yargılamakta ve hak ettiğini düşündüğü cezâyı tek başına rahatlıkla uygulayabilmektedir

    nekadar doğru bi tespit. çocuk eğitimi için çok önemli bi paylaşım gerçekten. her anne babanın okuması gereken bi yazı. devamını bekleriz inşallah

    beyza bunu beğendi.
  3. Alt 07-27-2008, 13:41 #3
    beyza Mesajlar: 2.053
    “Suç” denilince hemen aklımıza “cezâ” gelir ve hatta çocuk terbiyesinde, suç işleyen çocuğa nasıl cezâ verileceği, cezâ alan çocuğun nasıl “adam olduğu” ballandıra ballandıra anlatılır.

    Peki, ama cezâ ile terbiye etmeye çalışmak acaba ne kadar “bizim pedagoji” anlayışımız içinde yer alır, hiç düşündük mü?

    Ya da soruyu şu şekilde soralım: Suç işleyen çocuğu, cezâ korkusu ile terbiye etmek ne kadar vicdânî ve ne kadar İslâmî bir usûldür?

    Madem ki, çıkmaza girdiğimiz her meselede Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatına bakıyor ve O’nu örnek alıyoruz, o hâlde Peygamber Efendimiz’in sünnetlerini bu konuda mercek altına alalım ve bakalım acaba O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuklara hangi cezâ (!) usûllerini uyguluyordu?


    İşte bu yazımızda, günümüz anne-babalarının “anlık çözüm” olarak her an rahatlıkla kullandıkları cezâ konusunu masaya yatıracağız, bir yandan da tarihin altın sayfalarında kayıtlı bulunan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in davranışlarını “çocuk ve cezâ” konusunda analiz edeceğiz.


    Cezâ ve Çocuk

    İsterseniz suç ve cezâ konusunu daha somut/müşahhas bir şekilde ele almak için bir örnekle yola çıkalım.

    On yaşlarında bir çocuğunuz olduğunu düşünün. Ve çocuğunuzun, evde misafirleriniz olduğu her an sizi misafirlerinize karşı hep mahcup ettiğini hayal edin.

    Örneğin, siz ne zaman konuşmaya başlasanız, çocuğunuz sizin kullandığınız cümleleri alaya alarak ve eğip bükerek arkadaşlarınızın içinde sizi mahcup ediyor. Ne yaparsınız böylesi bir çocuğa?

    Örneğimizi biraz daha zorlaştıralım. Siz dînî değerlere hassasiyet gösteren bir âilesiniz ve namaz kılıp ibâdet ediyorsunuz.

    Ancak çocuğunuz, bu sefer de okunan ezânla dalga geçiyor.

    Siz namaz kılmak üzere hazırlık yaparken, çocuğunuz da, okunan ezânı hafife alıyor, kelimeleri eğip bükerek tekrar ediyor.

    Ne yapardınız?

    “Önce ikaz ederdim, ezân’ın önemini anlatırdım.” dediğinizi duyar gibiyim…

    Peki, çocuğunuz ısrarla aynı davranışı tekrar ediyorsa ne yaparsınız?

    Sanırım çocukla bir-iki defa konuşur, eğer hâlâ aynı davranışı tekrar ediyorsa, öfkelenir, kızar ve bir daha yaparsa cezâlandırılacağını haber verirdiniz değil mi?

    Öyle ya, ezân ile dalga geçen çocuğunuzu yanınıza çağırıp:

    “–Mâşaâllâh... Aman ne de güzel sesin varmış, al sana bir avuç dolusu para!..” diyecek hâlimiz yok ya!..

    Zaten böyle bir şey yapacak olsak, aklımıza ilk gelen şey:

    “–Çocuğa yumuşak davranırsak, çocuk bugün ezânla dalga geçer, yarın namazla…”

    diye düşünülür ve kaşlarımızı çatmak zorunda hissederiz kendimizi, değil mi?


    Peki, böylesi bir hâdise, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında olsaydı,

    O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranırdı?


    İşte, tıpkı yukarıdaki örneğin bir benzerini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında da görüyoruz. (Kütüb-i Sitte, 16 cilt, sayfa 597, Bab: “Ezânda tercî”)


    Bir gün ezân okunurken, bir grup çocuk okunan ezânı hafife alıyor ve müezzinle dalga geçiyordu.


    Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocukların bu hâlini gördü.

    Çocukları yanına çağırdı. Okunan ezânla kimin dalga geçtiğini sordu.

    Çocuklar içlerinden birini gösterdi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o çocuğa döndü ve çocuğun sesinin ne kadar da güzel olduğunu söyledi ve ardından çocuğa ezân okumasını buyurdu.


    Çocuk, ezân okumasını bilmiyordu. Mahcup oldu. Utandı.

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa tebessüm etti ve önce kendisi ezân okudu ve sonra çocuğa dönerek: “Hadi, tekrar et!” buyurdu.


    Çocuk duyduğu kadarı ile ezân okudu.


    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çocuğa bir kese para verdi.

    Kendisinin cezâlandırılacağını bekleyen çocuk, böylesi bir mükâfatla karşılaşmanın şokunu üzerinden atmadan,

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini çocuğun alnına koydu ve saçlarını okşadı. Sonra elini çocuğun göğsüne getirdi ve ona:

    “–Allah seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın.” diyerek duâ etti.

    Çocuk, o âna kadar ürküp korktuğu Kâinât’ın Sultan’ı -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sevgi duymaya başladı.


    Biraz önce çirkin bir davranışla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelen bu çocuk, saf yüreği ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:

    “–Beni Mekke’ye müezzin olarak tâyin eder misiniz?” diye sordu.

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm ederek, çocuğun bu isteğini de geri çevirmedi.


    Eğer bu olayı pedagoji perspektifinden analiz edecek olursak:

    Müslümanların mukaddes olarak kabul ettiği bir değeri hafife alan, dalga geçen bir çocuk var. Tıpkı kendi evimizde okunan ezân ile dalga geçen çocuğunuz gibi.

    Bu suç karşılığında Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl davranıyor?

    1-Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- az önce ezânı hafife alan çocuğa, “Hadi, ezân oku!” diye bir iltifatta bulunuyor.

    Hâlbuki alışkanlığımız o ki, eğer bir çocuğun bir suçu varsa, çocuğun o suçu bir daha işlememesi için, o davranışı bir daha yapmamasını tembih ederiz.

    Hâlbuki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunun aksine;

    “Hadi, ezân oku!” diye buyuruyor. Belki etraftaki herkes, çocuğun çirkin davranışına dikkat ettiği hâlde,

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çocuğun güzel sesine dikkat ediyor. Böylesi bir davranış, çocuk terbiyesinin en önemli kısmına işaret eder ki, biz buna

    “Çocuğun kabiliyetlerini görebilme” ya da “pozitif çocuk terbiyesi” diyoruz.

    Hâlbuki cezâ, çocuğun kabiliyetlerini körelttiği gibi, negatif bir terbiye usûlüdür.


    2-Çocuk, ezân okuduktan sonra, ona bir kese içinde para ikram ediyor.

    Hâlbuki o an karşısında duran çocuk, suçlu bir kişi olmasına rağmen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa bir kese para veriyor ki, böylesi bir muâmele “maddî mükâfat”tır.

    Suç işlemiş olan bir çocuğa maddî olarak mükâfât vermek, sanırım hiç kimsenin aklına gelmez.

    Belki de çocuk bu davranışı bir kere daha tekrar eder diye korkarız.

    Zaten bu anlamsız korkularımız değil mi ki, çocuk terbiyesinde, kaşları çatık bir anne-baba rolü oynamak zorunda olduğumuzu hissettiriyor bize!..


    3-Daha sonra, çocuğun saçlarını okşuyor. Saç okşamak da bir mükâfât türüdür. Bu davranış “duygusal mükafat”tır. Az önce ezânla dalga geçen çocuk, hâlâ cezâ almadığı gibi, üçüncü kez mükâfât ile karşılaşıyor.


    4-Ardından; “Allah, seni mübârek kılsın, Allah sana bereket yağdırsın” diyerek duâ ediyor.

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu davranışı ile de çocuğun vicdânına hitap ediyor ve bir kere daha “duygusal mükâfât”la ona yaklaşıyor.

    Bu da aynı olay içinde dördüncü mükâfâttır.


    5-Daha sonra çocuğu Mekke’ye müezzin olarak tâyin ediyor ki, böylesi bir pâye herkesin gıpta ile bakacağı bir makamdır.

    Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işlemiş bir çocuğa karşı çokça cömert davranıyor ve bunca mükâfâttan sonra, bu defa da en üst perdeden bir “sosyal mükâfât” veriyor.

    İşte size Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir suçlu çocuğa yaklaşım tarzı!..

    Efendimiz bu çocuğa ne kaşlarını çatarak, ne parmağını sallayarak, ne de “Bir daha böyle yaparsan sana şöyle şöyle yaparım.” diye tehdit ederek yaklaşıyor...

    Aksine çocuğun vicdanına giden bütün kanalları kirden temizler gibi, çocuğu mükâfât yağmuruna tutuyor.


    Kütüb-i Sitte’de rastladığımız bu sahâbî efendimizin adı Ebû Mahzûre -radıyallâhu anh-!..

    Efendimizin terbiye usûlünün, onun üzerindeki tesirine bakın ki, o günden sonra bu sahabî efendimiz saçlarını hiç kesmiyor. Yaşlılığına yakın bir dönemde ona:


    “-Saçların böyle çok çirkin görünüyor, kes artık şu saçlarını Yâ Ebû Mahzûre!..” denildiğinde, o çok hiddetleniyor ve:

    “-O saçlara kim dokundu siz bilmiyor musunuz?” diye soruyor.

    İşte size peygamberâne çocuk terbiyesi...

    Hadis ansiklopedilerini alt-üst edelim, bakalım, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetlerini tek tek ele alalım.

    Eğer O’nun -sallâllâhu aleyhi ve sellem- suç işleyen çocuklara karşı uyguladığı bir tek cezâ şekline rastlar isek, o usûlü hep birlikte çocuklarımıza uygulayalım...


    Ama yok!.. Bunca yıldır bu konuda araştırma yapmış birisi olarak söyleyebilirim ki; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir çocuğu cezâ ile terbiye ettiğine şahsen ben rastlamadım.


    Düşünün lütfen!.. Eğer, suç ile mücâdelede “Cezâ” etkili bir yöntem olsaydı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu çocuğa, en azından kaşlarını çatmaz mıydı?


    Çatmazdı ve çatmadı da... Çünkü bugünkü pedagojik veriler de mükâfâtın çocuk terbiyesinde çok olumlu bir tesir gücünün olduğunu ortaya koyuyor.

    Cezâ ile davranış değiştirmeye çalışmak ise, çocuğun dünyasında negatif bir tesir oluşturarak onu yeni yeni yanlışların içine sürüklüyor.


    Evet, belki hayvanları terbiye etmek için cezâ metotları kullanılabilir, ama insan terbiyesinde “cezâ” kalp kırıcıdır, onur kırıcıdır, izzet ve haysiyete düşmandır.

    (Devam edecek)

    E.Ahsen bunu beğendi.
  4. Alt 08-03-2008, 22:09 #4
    yelken06500 Mesajlar: 38
    ceza son tahlilde işlenmiş olan suçun karşılığı değil aynı yanlışın bir daha tekrar etmemesi için hem bir uyarı hemde kapsayıcı caydırıcılık anlamını taşır.suçun karşılığında ki cezanın ;çocuk yaşta uygulanmasının onu ileriki yaşlarda işleyeceği suçların bir karşılığının olduğu bilincine erdirerek toplumsal hayata kolay uyum sağlamasında yardımcı olur.

    dikkat edersek toplum da suç oranın bu kadar yüksek olmasının temel nedeni manevi eksikliktir.Bununla beraber göze çarpan en belirgin sebep suçun çoğu zaman cezasının olmaması veya işlenen suça mukabil cezanın verilmemesidir.Bu da caydırıcılığı engellemek yerine daha fazla tetikleyerek toplumsal bozulmalara ve yıkımlara neden olmaktadır.

    sonuç olarak işlenen her suçun bir cezası olduğu kişiye çocuk yaşta öğretilerek(teorik ya da pratikte) onun gelecekte yaşadığı çevreye daha faydalı bir birey olarak hizmet etmesinde önemi rol oynayacaktır.din-i mübinin esas tekamülü de bu yöndedir.selamla

  5. Alt 09-06-2008, 17:27 #5
    beyza Mesajlar: 2.053
    Allah, İnsanları “Rab” İsmi ile Terbiye Ediyor

    Hani siz de ziyaretlerine gidersiniz ya, Hac’dan yeni dönmüş, dupduru hacılara “Hoş geldiniz!..” demeye... Sanki bütün hacılar ağız birliği etmişçesine:

    “-Anlatamam ki... Orası nasıl bir yer, dilim dönmez ki... Orada neler hissettim, neler yaşadım... Oradan nasıl döndüm bilmiyorum ki... Bu ayrılığa dayanabilir miyim, bilemiyorum.” deyip gözyaşlarını silen hacılar, size de yabancı değildir değil mi?

    Mahşer yerinin provasının yapıldığı o meydandan dönen hacılar, annesinden yeni doğmuş bir bebek gibi günahsız olmanın verdiği huzur içinde günah ve haramlara karşı bir baykuş gibi dikkatlidir artık...

    Affedilmiş olmanın verdiği huzur, günahlardan ya da günaha giden yollardan yılan-çıyandan kaçar gibi kaçmanın da başlangıcıdır...
    Affolunduğunu bilmek... Adam gibi adam olmaya yemin etmenin de ilk işaret fişeğidir.

    O’nun “el-Gafûr” (Affeden) olduğunu bilmek, ne de huzur verir insana... Ve rahmetinin gazabını geçtiğini düşünmek, kulluk yokuşunda yorulmuş kişiler için bir enerji olur.

    Bir de sabah namazları... O da kendine has iklimini sunar, “huzur” ve “af” soluklamak isteyen insanlara...

    Öyle düşünür ve hissederim ki, sabah namazlarının diğer namazlardan çok ayrı bir kokusu vardır...

    Kendine has ve târifi imkânsız atmosferini, o saatte uyanık olan herkese inceden inceye hissettirir...

    İnsan olana ayrı bir olgunlukla kâinâtı seyrettirir, sabah namazları...

    Ve ayrı bir hüzün ülkesine sürükler de sizi, direnemezsiniz...

    Sürüklendiğiniz o hüzün yolculuğu, bazen bir mescide, bazen de bir camiye cemaatle kılınan namazın saflarına götürmüşse eğer sizi...

    İşte, o an bilemezsiniz neler yaşayacağınızı, neler hissedeceğinizi... Bazen kalbinizin çırpınışlarına bırakırsınız kendinizi...

    Bazen dudaklarınızı ısırarak sıkarsınız gözlerinizi de birkaç damla gözyaşı olur iniltiniz...

    Bazen pişmanlıklarınız alır, sizi bambaşka bir âleme götürür de kaldırmak istemezsiniz alnınızı secdeden...

    Ya da başını secdeden kaldıramayan ve hıçkırıklarla secdede iki büklüm olmuş inleyen kişilerle karşılaşırsınız, siz, sessizce sabah namazının tesbîhini çekerken...

    Tıpkı böylesi bir yaz mevsiminde Ankara’da Hacı Bayram Câmii’nde karşılaştığım o kişi gibi...

    Affedilme ve Sabah Namazı...

    Kenarda bir yerde, kendi hâlimde, sessizce câmiden çıkanları izlerken gözüme takıldı onun iniltileri...

    Diz üstü oturduğu yerde, hıçkırıklarını gizlemek için ellerini karnına bastırmış, başını öne eğmiş, Kur’ân ezberi yapan talebeler gibi ileri geri sallanarak inliyordu.

    Bir müddet o hâlini izledim onun... Bir süre sonra, kendini izlediğimden habersiz, gözyaşlarını sildi, oturduğu yerden doğruldu ve câminin çıkışına doğru gitti.

    Neden bilmiyorum, ama ben de onun arkasından câmiden çıktım.
    Sâkin adımlarla etrafı izleyerek merdivenlerden adım adım indi ve câminin bahçesindeki banklardan birine oturdu. Ağlamaktan kızarmış gözleri ile etraftaki hareketliliği izliyordu.


    Kırk beş yaşlarında güzel giyimli biriydi. Yanına yaklaştım, aynı banka oturmak için izin istedim.

    Hafifçe kenara çekilerek yer verdi.
    Nereden başlayacağımı bilmeden konuşmaya başladım. Önce havadan sudan konuştuk. Sona benden ve ondan...

    Sohbet ilerledikçe çok kötü bir hayatın yorgunluğunu üzerinde taşıyan bir “tevbe insanı” ile konuştuğumu anladım.

    “-Yapmadığım iş kalmadı hayatımda!..” diye devam etti konuşmasına...

    “Naylon fatura işinden tut da, kaçak sigara ve alkole kadar, her şeyi denedim...

    Yalan, üçkağıtçılık, sahtekârlık, bilinçsiz hayatımın parçasıydı... Bir yandan pişmanlıklarım, diğer yandan alışkanlıklarım, beni sürükleyip götürüyordu.

    Bir keresinde çocukluk arkadaşımla karşılaştım. Bana, «Gel, yarın sabah namazını Hacı Bayram Câmii’nde kılalım!..» dedi.

    Beni hâlâ çocukluğumdaki saf hâlimle yaşıyorum sanmıştı. Önce kendi içimden «Ben! Namaz!» diye tebessüm ettim.

    Ama arkadaşın ısrarına karşı «Tamam.» dedim. O gün sabah namazı için şu kapıdan içeri girdim...” derken gözleri doldu.


    Sustu. Eli ile gözlerini sildi. Başını öbür yana çevirdi. Kendisini toparladıktan sonra devam etti:

    “-Şu kapıdan içeri girdiğimde Kur’ân sesi ile yıllar sonra ilk defa yeniden karşılaştım.

    Babam rahmetli, küçükken elimden tutar sabah namazına getirirdi. Ne zaman ki, o vefat etti, ben başıboş kaldım. Kapıdan içeri girdiğimde, çocukluğumu iliklerime kadar hissettim. Çocukluğumun o saf ve dupduru hâlini...

    Günahsız beni... Ve şimdi de boğazına kadar günahlara batmış beni... Yavaş yavaş câminin içinde ilerledik...

    Okunan Kur’ân’ı dinlemek için bir köşeye geçtik... Başımı yasladığım duvarda, hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önüne serildi. İçimden binbir pişmanlık duydum, yaptığım yanlışlara karşı o an...

    O gün benim hayatımda dönüm noktası oldu. Beni câmiye dâvet eden arkadaşa, câmi çıkışında, «Allah, bunca günahlarıma rağmen beni de affeder mi?»

    diye sorduğumda, o da Kur’ân’dan ve hadîslerden örneklerle Allâh’ın affediciliğini anlattı.

    İçim öylesine huzur doldu ki, sanki hayata yeni gelmiş gibiydim. Ve o gün, tevbe ettim. O günden sonra sabah namazlarını hep bu câmide kılıyorum.” dedi...


    Öyle hüzün dolu bir yüz ifadesi vardı ki, kalbindeki pişmanlık yüzünün yumuşaklığından okunuyordu sanki... Onun bu samimi anlatışını dinleyince, sormadan edemedim:

    “-Bugün çok ağladın…”

    Cevap veremedi. Gözlerime baktı... Öyle derin bakıyordu ki, kalbime bir ok değdi sanki... Dudakları titriyordu. Sustu... Sustu... Sonra.

    “-Allah...” dedi, titrek dudakları ile yine sustu... Bir müddet sonra şöyle devam etti:

    “-Allâh’a karşı çok utanıyorum...”

    Günahlar ve Cezâsı

    Gırtlağına kadar günaha batmış, günahlarına baktığı zaman gözyaşlarına boğulan insanlar, nasıl oluyor da yine de doğru yola dönüyorlar? Nasıl oluyor da pişmanlık duyuyor ve her şeye yeniden başlamak için ayağa kalkabiliyorlar?

    Gerek Hacc’a gidip bütün günahlarından sıyrılıp yeni bir hayata başlayan hacılar ve gerekse yukarıdaki hâdiseyi analiz edersek görüyoruz ki, Allah, insanları doğru yola sevk etmek için bir “terbiye sistemi”nin içerisinden geçirmektedir...

    Geçirmektedir ki, en azılı suçlular bile bir gün dönüp, “Sana geldim” diye gözyaşı dökebilmekteler...

    Evet, Allah, insanı terbiye eder. Hem de bu öyle bir terbiye metodudur ki, “Aslâ adam olmaz!..” dediğiniz kişileri bile, bir gün kendine dost eder...

    Bir hırsız, bir yankesici, bir zehir satıcısı öyle terbiye olur ki, kimsenin görmek bile istemediği kömürleşmiş vicdanları bir gün, paha biçilmez pırlantalara dönüşür.

    Çünkü o “Rab”dır. Rabb’in kelime anlamı; “terbiye eden” demektir ki, O en büyük terbiye edicidir.

    Allah, Suç İşleyene Hemen Cezâ mı Vermektedir?

    Madem ki, Allah en büyük terbiye edicidir; o hâlde, sormak gerekmez mi, O’nun, insanları terbiye ederken nasıl bir âdeti vardır?
    O, insanları “cezâ” ile mi terbiye etmektedir? Suç işleyen kişiye, hemen cezâ mı vermektedir?! Yoksa Allâh’ın âdetinde “affedicilik” daha mı ön plandadır?

    Evet, O’nun insanları terbiye ederken en göze çarpan terbiye metodu, cezâ vericiliği değil, affediciliğidir.

    Peki, biz neden korkuyoruz?! Af kapısının devamlı açık olması, insanoğlunu kötülüğe mi sevk eder? Suç işleyen çocuklarımızı affetmekte neden tereddüt yaşıyoruz?! Onları affedersek yeniden suç işlerler diye mi korkuyoruz?


    Neden, onlar suç işledikçe hemen kaşlarımızı çatıyor ve:

    “-Çabuk odana çık, gözüm görmesin seni!..” diye cezâ veriyoruz?
    Suç işleyen insana, Allah öyle mi yapıyor?

    Neden anne-babalar olarak “cezâ” verme yanımız, “affediciliğimizin” önüne geçmiş?

    Hâlbuki insan, en büyük günahları bile işlerken Allah “ânında” cezâ vermemekte, günahkâra tevbe etme ve günahlarından pişman olup yeni bir başlangıç yapma fırsatı vermektedir.

    (Çünkü cezâ vermek, rahatlamayı ve peşinden yeni suçlara karşı teşviki getirir ki, cezâ konusundaki tüm analizleri, ilerleyen yazılarımızda ele alacağız.)

    Eğer Allah, suç işleyen kişiye, ânında cezâ verseydi, saklı parayı çalan hırsızların tepesine tavanı çökertmez miydi? Neden çökertmiyor, düşünün lütfen...

    Ya da, yalan söyleyen birinin dilini virüs istilâsına uğratır, bir daha o dilini kullanılamaz hâle getirmez miydi? Ama Allâh’ın âdeti öyle değil işte...

    Öyle değil ki, Hacı Bayram Câmii’nde karşılaştığım o kişi, kırk küsur yaşından sonra bile “Sana döndüm Rabbim!..” diyerek hıçkırıklarla pişmanlığını dile getirebiliyor.

    Madem ki, en büyük terbiye edici olan Allah, “Rab” ismi ile insanları terbiye ederken suç işlendiği an, hemen cezâ vermiyor; o hâlde bizlere ne oluyor ki, terbiyesinden sorumlu olduğumuz mâsum çocuklarımızın işlediği en küçük kabahatte bile onları cezâ ile terbiye etmeye kalkışıyor ve güyâ onları böylece doğru yola sevk ettiğimizi sanıyoruz?

    Şefkat Tokadı Cezâ mıdır?

    Hemen bu noktada bir ince ayrıntının altını çizmek gerek... Hepimiz biliyoruz ki, Allah, bazen insanları doğru yola sevk etmek için “şefkat tokadı” vurur ki, o kişi, doğru yola yönelsin. Peki, nedir

    şefkat tokadı?

    Ve bölümümüzün son satırlarına gelmişken o can alıcı sorumuzu soralım, fakat cevabını bir sonraki yazımıza bırakalım...

    “O hâlde şefkat tokadı cezâ mıdır?”


    Pedagog Adem Güneş

    E.Ahsen bunu beğendi.
  6. Alt 10-03-2008, 20:54 #6
    beyza Mesajlar: 2.053
    Şefkat tokadı ceza mıdır?

    Geçtiğimiz ayki yazımızda Allâh’ın “Rab” ismi ile insanları terbiye ettiğinden bahsetmiş ve O’nun insanları cezalandırmakta aceleci davranmadığının altını çizmiştik.

    “Mademki O terbiye edicilikte de bizlere örnekler sergiliyor, işlediğimiz kabahat ve suçları yüzümüze vurmuyor ve rahmeti hep gadabının önüne geçiyor ise, o hâlde O’nun kulları olan bizlere ne oluyor da, suç işleyen çocuğumuza tahammülsüzlük gösteriyor ve affedicilik yanımızla değil de cezâ verici yanımızla çocuk terbiyesini yürütmeye çalışıyoruz?” diye sormuştuk.

    Sonra da bu ayki yazımıza bir girizgâh olması açısından, Allâh’ın insanları kötü yoldan alıkoymak için sergilediği “şefkat tokadı”ndan bahsetmiş ve şefkat tokadının bir ceza olup olmadığını sorarak, bu sorunun cevabını bu sayımıza ertelemiştik...

    “Şefkat tokadı” ve “pedagojik tik”

    Allah bazen, yanlış yola sapan kullarını kendine getirmek ve gittiği yolun yanlış olduğunu hissettirmek için birtakım sıkıntılar yaşatır ki, o kul, durup düşünsün ve gittiği yolun yanlışlığını bizzat anlasın ve kendine gelsin!..

    Allâh’ın, insanları doğru yola getirici bu tür uyarılarına İslâm literatüründe “şefkat tokadı” denmiştir...

    Örneğin, eşini ve çocuklarını ihmal eden bir tüccarın birdenbire işlerinin bozulmasını hayra yoran hikmet ehli,

    “Doğrusunu Allah bilir.” diye başladıkları sözlerini,

    “Bu kişinin güzel giden ticaretinin bozulmasının, Allâh’ın bu kişiye bir îkazı, bir şefkat tokadı olabilir.

    Çünkü bu kişi, dünya adına çocuklarını ve eşini çok ihmal ediyordu. Allah onu yeniden çocuklarına döndürmek için işini elinden almış olabilir...” diye tamamlayabilirler.

    İşte hikmet ehline böylesi bir hâdiseye, böylesi bir “yorum” yaptıran şey, İslam literatüründeki “şefkat tokadı” anlayışıdır.

    Ancak, biz şefkat tokadını çocuk terbiyesi açısından ele almadan önce, pedagoji biliminde bahsi geçen bir başka terimden bahsedeceğiz; “Pedagojik tik”...

    Pedagojik Tik Nedir?

    “Pedagojik tik”, çocuğun sergilediği bir anormal davranış karşısında, anne-babanın ânî bir refleks ile “çocuğun davranışına” tepki vermesidir.

    Gösterilen bu tepki, bazen yüksek sesle bağırma, bazen çocuğa vurma, bazen de çocuğun canının yanmasına kadar uzayabilir.

    Bir örnek vermek gerekirse eğer;

    sıcak bir sobaya elini uzatan çocuğa annesinin;

    “Aman oğlum/kızım elin yanacak!” diye bağırıp, çocuğun eline vurması bir “pedagojik tik”tir.

    Annenin burada çocuğun eline vurmasındaki maksadı, çocuğunun canını yakmak değil,

    aksine biraz sonra eli yanacak olan çocuğu daha büyük bir tehlikeden korumaktır.

    Her ne kadar dışarıdan bakan kişi, bu annenin çocuğunun eline vurduğunu ve çocuğunun canını yaktığını söylese ve hatta çocuk eline vurulmuş olmanın acısı ile ağlasa da,
    bu anneye hiç kimse;
    “Çocuğuna neden haksızlık yaptın?” diyemez.

    “Pedagojik Tik” Cezâ mıdır?

    Çocuğunun elinin kızgın sobada yanmak üzere olduğunu gören bir annenin,
    çocuğunun eline vurup onu ateşten kurtarmasına pedagoji bilimi,
    annenin çocuğuna şiddet uyguladığı şeklinde bir yorumda bulunmaz. Böylesi bir annenin durumuna;

    “Bu anne çocuğuna pedagojik bir tik uygulamıştır.” der.

    Pedagojik tik, her ne kadar çocuğa bağırma, vurma ve can yakma şeklinde görülse ve içeriğinde her ne kadar şiddet unsurları barındırıyor gibi algılansa da,
    “pedagojik tik’e çocuğa yönelik bir şiddettir.” denilemez.

    Pedagojik tik’e muhatap olan çocuk da,
    kendisine ceza verildiğini söyleyemez.

    Zîrâ yukarıdaki örneğe bakacak olursak, annesi, çocuğunu ateşten koruma için eline vurmamış olsa, çocuğun eli sobada yanacaktır.

    Annelik şefkati, çocuğun düşeceği bu acıdan kurtarmak için bir refleks hâlinde çocuğun eline vurmayı gerektirmiştir.

    Bu açıdan bakıldığında görülmektedir ki, pedagojik tik, (içerisinde şiddet unsuru barındırıyormuş gibi görülse de) bir şefkat davranışıdır.

    Kendi çocuğuna pedagojik tik uygulayan anne-babanın niyeti,

    “çocuğa acı vermek”
    ve verilen
    “o acı ile çocuğu terbiye etmek”
    değildir.

    “Pedagojik tik”te “niyet”,

    çocuğu, düşmek üzere olduğu tehlikeden bir şefkat refleksi ile uzaklaştırmaktır.

    Hâlbuki cezalarda ve özellikle, “şiddet içeren cezalar”da, “niyet”,

    cezalandırılan kişiye,
    psikolojik, duygusal veya fiziksel baskı oluşturmak, acı vermek ve o acının tesiri ile kişiyi sergilediği kötü davranışından uzaklaştırmak hedeflenmektedir.


    Bu izahlardan da çok rahat anlaşılacağı üzere,

    “Pedagojik tik”te şefkat, cezada “şiddet” vardır.

    İşte şimdi tam da bu noktada, “şefkat tokadı”na yeniden dönmekte fayda var.

    İnsan, bazen hatayla ya da kasıt ile doğru yoldan uzaklaşabilir,
    kendisinden beklenilen davranışın aksinde hareket edebilir.

    Yasak ve haram sınırların kenarında gezinebilir.
    Kendisinin az sonra düşeceği tehlikeyi fark etmeden,
    yok oluşa doğru adım atmış olabilir…

    İşte bu sırada insan, Allâh’ın merhametinin bir yansıması olarak bir “îkaz”, bir “uyarı” ile karşılaşabilir.

    Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, iş hayatına dalarak âilesini ihmal etmiş bir tüccarın işlerinin bir anda bozulması,
    her ne kadar tüccar için acı olsa da, eğer tüccar,
    bu hâdisenin başına gelişini birazcık durup düşünebilirse,
    sonuç itibariyle bu hâdiseyi,
    âilesi ve çocuklarına tekrar dönüşün “bir dönüm noktası” olarak değerlendirebilir.

    Bu uyarının, her ne kadar dışarıdan can yakıcı ve üzücü gibi görülse de sonucu itibariyle “şefkat” içerdiğinde şüphe yoktur.

    Yukarıdaki örnekte olduğu gibi,
    anne, ateşe elini uzatan bir çocuğun elinin yanmasına engel olmak için çocuğun eline vurması,
    her ne kadar dışarıdan şiddet içeriyor gibi görülse de,
    sonucu itibariyle annenin bu davranışında,
    çocuğunu ateşin acısından korumak için şefkat içerdiğinden şüphe edilmez.

    İşte bunun gibi, Allah, insanı ateşin azabından korumak için, onları düşmek üzere olduğu hatalardan uzaklaştırma adına, sarsabilir, canını yakabilir.

    Bu sarsılmalar ve can yanmalara,
    Allâh’ın insanı cezalandırması olarak değil,
    Allâh’ın insana olan şefkatinin bir yansıması olarak bakmalıdır.

    Gerek pedagojik tik’te ve gerekse şefkat tokadında bir noktanın altını çizmek çok önemlidir.

    Yukarıda da izah edildiği gibi, “pedagojik tik” ve “şefkat tokadı”,

    “kişinin şahsına” yönelik bir saldırı değil,

    “o an yapılmakta olan davranışa olan tepki”dir.

    Eli yanmakta olan çocuğun annesinin,

    çocuğun eline vurmasındaki maksad, çocuğun kişiliğine saldırmak için değil, ateşin yakıcı olduğundan dolayıdır.

    Çocuğun o an yanlış bir davranış içinde bulunduğu içindir, yoksa çocuk kötü olduğu için anne çocuğunun eline vurmuş değildir.

    “Pedagojik tik”, “çocuk kötü” olduğundan dolayı değil,

    “davranış kötü” olduğundandır.

    Şefkat tokadı da “insanın kötü” olmasından değil, yapılmakta olan “davranışın kötü” olmasındandır.


    “Pedagojik tik” Ne Zaman Cezâya Dönüşür?

    Yukarıdaki örnekte,
    eli sobada yanmak üzere olan çocuğun annesinin tepkisi, çocuğun davranışına değil de çocuğun
    “kendisine”, çocuğun “şahsına” veya “kişiliğine” yönelecek olsa, artık buna “pedagojik tik” denemez.

    Yani elini ateşe doğru uzatan çocuğun annesi çocuğuna;
    “Bıktım artık senden, kaç kere söyleyeceğim sana orada elin yanar.”

    diyerek çocuğun eline vursa, annenin bu davranışı “şiddet” veya “ceza” adını almaktadır...

    Çünkü annenin hedefinde artık çocuğun “davranışı” değil,
    çocuğun “kişiliği” ve “ben”liğine bir saldırı yatmaktadır.

    Annenin bu davranışı, artık “şefkat” noktasından çıkmış, “şiddet”e dönüşmüştür.

    İşte bu hassas nokta, “pedagojik tik” ve “ceza” arasındaki farkı ortaya çıkartmaktadır.

    Dışarıdan baktığımızda, her iki anne de eli yanan çocuğunu, ateşten kurtarmak için çocuğunun eline vuruyor olsa da,
    pedagojik açıdan bu iki annenin durumları birbirinden farklıdır.

    Davranış Analizinde “Niyet” Farklılığı; Şefkat-Şiddet Dengesi

    Tıpkı “Ameller niyetlere göredir.”
    (Buhârî, İmân, 41; Müslim, İmâret, 155)
    hadîs-i şerîfinde olduğu gibi,
    pedagoji bilimi de davranışları analiz ederken, niyetlere ve düşüncelere çok önem verir.

    Hiçbir psikolog veya pedagog, sergilenen bir davranışı analiz ederken niyetleri sorgulamadan doğruya ulaşamaz.

    Sadece olaya bakarak perde arkasındaki niyetleri ihmal etmek,
    varılacak sonucun da yanlış olma ihtimalini beraberinde getirir.

    Davranışlardaki niyet farklılığının, şefkati nasıl şiddete dönüştürdüğünü,
    anne-babanın bazen “şefkat” bahanesi ile çocuklarına nasıl “şiddet” uyguladığını, önümüzdeki ay detaylıca işleyeceğiz.

    Pedagog Adem Güneş

    E.Ahsen bunu beğendi.
  7. Alt 03-14-2009, 20:12 #7
    beyza Mesajlar: 2.053
    Önceki ayki yazımızda, Allâh’ın Rab ismi ile insanları terbiye ettiğine ve bazen doğru yoldan çıkmak üzere olan kullarını
    “Şefkat tokadı”
    ile ikaz ettiğine değinmiş,
    “Şefkat Tokadı”nın pedagoji literatüründeki karşılığının “Pedagojik Tik” olduğunu söylemiştik.

    Ayrıca şefkat tokadının veya “pedagojik tik”in bir ceza olmadığını,

    şefkat içerikli bir refleks davranış olduğunu yazımıza not

    düşmüştük. Ve konuyu daha anlaşılır hâle getirebilmek için;

    bir annenin, ateşe doğru elini uzatan çocuğunun eline,

    “Aman oğlum, elin yanacak!..”

    diyerek âniden vurmasını örnek göstermiş ve annenin bu

    davranışına, ne şiddet, ne de ceza olarak bakılabileceğini ifade

    etmiştik.

    Burada dikkat edilecek ince ayrıntıyı ise şöyle vurgulamıştık:

    Eğer elini ateşe doğru uzatan çocuğun annesi, çocuğunun eline

    vururken

    «Bıktım artık senin bu yaramazlıklarından!..»

    diyecek olursa,

    o anne bu davranışı ile çocuğuna karşı ânî bir reflekste değil,

    şiddette bulunmuş olur.

    Çünkü çocuklara uygulanan

    “Ceza”, “Şiddet” ile “Şefkat”

    içerikli davranışlar arasındaki ince ayrıntı

    “niyet”ten kaynaklanır.

    Bir davranışın ceza mı, şefkat mi,

    şiddet mi içerdiğinin nasıl analiz edileceğini de bu ayki yazımızda

    inceleyeceğiz.

    Şefkat-Şiddet Dengesi

    Vicdanı ölmemiş hiçbir anne-baba
    “bilinçli”
    olarak çocuklarına karşı şiddet kullanmaz.

    Ama yapılan araştırmalar gösteriyor ki, çocuk terbiyesinde en

    çok başvurulan yöntem, yine de “şiddet”tir.

    Ve “Şiddet nedir?”
    diye analiz edecek olursak görüyoruz ki,
    şiddet, cezanın ikiz kardeşidir.

    Birbirlerine o kadar benzerler ki,

    şiddet ile cezayı ayırt etmek için ya konunun uzmanı olmak,

    ya da çok bilinçli bir anne-baba olmak gerekir.

    Burada “bilinçli” kelimesinin özellikle altını çizmekte fayda var.

    Zira anne-babalar çoğu defa çocuklarına karşı davranışlarının

    “şiddet” içerdiğini fark edememekte, çocuklarına duydukları sevgi

    ve şefkatten dolayı, kullandıkları yöntemleri daha çok “şiddet” değil,

    “cezâ” olarak târif etmektedirler. Ve çocuklarına uyguladıkları şiddet

    ve cezalarda kendi vicdanlarının sesini susturabilmek için birtakım

    bahanelerin ardına gizlenmektedirler.

    Zira çocuğa verilen ceza ya da uygulanılan şiddet karşısında anne-

    baba vicdânî birtakım bahaneler üretemez ise, çocuklarına yaptıkları

    eziyetten dolayı vicdan azabı duyacaktır.

    İşte bu vicdânî rahatsızlığı yaşamamak için, anne babalar -çoğu defa

    bilinç dışı olarak- kendilerini avutmak için birtakım gerekçelerin

    arkasına sığınırlar.

    Çocuklarına şiddet uygulayan veya ceza ile çocuklarını terbiye

    edeceklerini düşünen anne-babaların kullandıkları bahanelere

    bakılırsa, bu bahanelerin çoğunda “çocuğumun iyiliği için”

    ifadesinin kullanıldığını görmekteyiz. Bir başka deyişle,

    “Çocuğuna neden şiddet ya da ceza uyguluyorsun?” sorusuna

    birçok anne-baba,

    “Çocuklarını çok sevdiklerini, onların gelecekte yanlış yollara

    gitmelerini istemediklerini”

    belirterek bu şekilde davrandıklarını izah etmeye çalışmaktadırlar.

    Yani, çocuklarına duydukları aşırı sevgi ve şefkat, bir süre sonra

    çocuğa yönelik şiddete dönüşebilmektedir.

    Şiddet ve Ceza ile Çocuk Terbiye Etmeye Çalışanların Bahaneleri
    Çocuğunu cezalar ile terbiye etmeye çalışan bir anne-baba,

    kendi vicdanlarını birtakım bahanelerle susturmaya çalışır.

    Örneğin, bayılıncaya kadar çocuğunu döven bir anne-babaya,

    “Neden bu çocuğu bu kadar dövdün?” diye sorsanız, alacağınız

    cevap, her zaman hemen hemen aynıdır:

    “Bir daha yanlış yapmasın diye dövdüm.”

    Peki, bu cevap ne kadar doğrudur?

    İşlediği bir suç karşısında dayak yiyerek terbiye edilmeye

    çalışılan bir çocuk, sağlıklı bir çocuk olabilir mi?

    İlerleyen satırlarda, ceza ve şiddetin, çocuğun ruhunda açtığı

    yaralara tek tek değineceğiz. Ancak, daha önce, anne-

    babaların çocuklarına ceza verirken ya da onlara şiddet

    uygularken kendi vicdanlarını nasıl tesellî etmeye

    çalıştıklarını, vicdanlarının sesini nasıl susturmaya

    çalıştıklarına bir göz atalım.

    1- Biz de çocukken çok dayak yedik, cezalar aldık, ne olacak ki yani?
    Çocuklarına karşışiddet içerikli cezalar veren anne-babaların

    en başta kullandıkları bahane, kendi çocukluk dönemlerinde

    kendilerine uygulanılan şiddeti örnek göstermeleridir.

    Ve çok defa,

    “Eğer şiddet uygulanan çocuklarda anormallik

    olsaydı, biz çocukluğumuzda daha çok dayak yedik, daha aşırı

    cezalar aldık, biz niye anormal değiliz o zaman?”

    diyerek

    kendilerini savunmaya ve vicdanlarını rahatlatmaya çalışmaktadırlar.

    Hâlbuki böylesi bir savunma yanlıştır, mantık dışıdır.

    Kendisi çocukluk yıllarında dayak yiyerek büyüyen anne-

    babalar, kendi çocuklarına şiddet uygulamaktadırlar da

    farkında değildirler. Geçmişte ceza ve şiddet ortamında

    büyüdüğü için, bu gün kendisi de kendi çocuklarına karşı

    şiddet uygulamaktadır... İşte cezanın asıl yıkıcı tarafı budur,

    ceza alan ceza vermeyi öğrenir.

    “Biz de ceza alarak büyüdük.” bahanesine sığınan anne-

    babalar, kendi çocukluk döneminde şiddeti tatmamış

    olsalardı, muhtemel ki, bir çocuğa şiddet uygulayan birisi ile

    karşılaştıklarında, böylesi birine “normal” biri olarak

    bakmayacaklardı. Hâlbuki kendi çocukluğunda şiddet

    yaşadığı için,

    “şiddeti uygulamak kendisi için gayet tabiî ve çocuk terbiyesinde olması gereken bir yöntemmiş hatası”na

    düşmektedir.

    Evet, şiddetin en önemli özelliği “transjenerasyon”1olmasıdır.

    Yani şiddet, bir önceki nesilden bir sonraki nesle aktarılarak nesilden

    nesle bulaşıcı bir hastalık gibi devam eder gider.

    Bu itibarla bakıldığında, çocukluk yıllarında devamlı ceza ve

    şiddetle büyümüş bir kişi, kendisi çocuk sahibi olduğunda,

    kendi anne-babasından gördüğü şiddeti kendi çocuğuna

    uygulayacaktır.

    Nesilden nesle aktarılarak giden bu şiddet kısır döngüsü, artık bir

    nesilde durmazsa, böylesi bir âileden dünyaya gelen torunlar ve

    onların torunları, kendileri de anne-baba olduklarında kendi

    çocuklarına (ve çevrelerine) karşı şiddet uygulayacakları kesindir.

    2- Buna “Dayak” diyerek abartmamak gerek,

    çok acıtmayacak kadar hafif ve etli yerlerine vuruyorum,

    ceza verirken acı vermemeye özellikle dikkatediyorum.2

    Fiziksel ceza veya şiddetin oluşturduğu tahribâtın büyüğü,

    çocuğun fiziğinde değildir ki, çocuğa fiziksel ceza verildiğinde canının

    çok acımadığı bahanesine sarılınsın.

    Fiziksel ceza ve şiddetin asıl tahribâtı, duygularda oluşur.

    Böyle bir durumda çocuğun izzet ve gururu zedelenir. İster

    çocuk el tersi ile kenara itilmiş olsun, ister acıtmayacak kadar

    etli yerlerine vurulmuş olsun, yahut da çocuk acımasızca

    tekme-tokat dövülecek olsun... Bütün bunlara mâruz kalan

    çocuğun, asıl tahrip olan bölgesi, iç dünyasıdır!..

    Çocuğun vicdanının tahrip olmasıdır...

    Çocuğun izzet ve gururunun kırılmasıdır...

    Çocuğun kendini kişiliksiz hissetmesidir...

    Ve şiddete mâruz kalan çocuklar, çok defa canları yandığı için

    değil, iç dünyaları bu şekilde tahrip olduğu için ağlarlar ve

    izzetlerini korumak için daha çok hırçınlaşırlar...

    Daha çok hırçınlaşan çocuk, daha çok ceza alır ve bu kısır

    döngü de böylece devam eder gider...

    Çocuğun mâruz kaldığı böylesi bir ceza veya şiddetin,

    çocuğun duygularında oluşturacağı yıkımı anlayabilmek için,

    karı-koca arasındaki aynı türdeki şiddetle kıyas yapmakta

    fayda vardır.

    Düşünün ki, eşine karşı şiddet uygulayan bir koca, eşine

    dönse ve:

    “–«Dayak» yedim diyerek ne abartıyorsun?! Ben, senin

    canının yanmayacağı etli yerlerine vuruyorum... Ağlayıp

    sızlayarak olayı abartma!..”

    dese, ne kadar zavallı duruma düşer değil mi?


    İşte bu örnekte olduğu gibi, çocuğuna karşı uyguladığı şiddetin ve

    fiziksel cezanın acısını çocuğun bedeninde yaşayacağını düşünmek

    de o derece yanıltıcıdır... Ceza alan çocuğun asıl yıkımı ruhundadır.

    3- Gücümü böyle göstermezsem,

    yarın yanlış şeyler yapabilir

    Anne-babalar bazen, çocuklarına duydukları sevgide o kadar

    ileri giderler ki, ya çocuklarının her an yanlışa düşeceğinin

    endişesi ile ya da çocukları üzerinde kurdukları hâkimiyetin

    yavaş yavaş ellerinden kaçtığı düşüncesi ile hırçınlaşabilir ve

    çocuklarına karşı şiddete başvurabilirler.

    Bu düşüncede olan anne-babaların bahanesi

    “Gücümü böyle göstermezsem, yarın yanlış yola girebilir.”dir.

    Ancak bu şekilde düşünmek de gerçekçi değildir!..

    Çünkü insanları yanlış ve anormal davranıştan alıkoyan şey,

    karşıdakinin gücünden korkması değil, kendi vicdanının

    rahatsız olmasıdır. Örneğin, hırsızlar her zaman polisten

    korkar ve kaçarlar. Fakat şimdiye kadar hiç bir polisiye

    tedbir, hırsızı yapacağı hırsızlıktan vazgeçirmemiştir.

    Polis ne kadar tedbir alırsa, hırsızlar o kadar farklı yöntemler

    geliştirirler. Çünkü yanlış davranışın düzeltilmesinde güç

    kullanmak ve şiddet uygulamak çözüm değildir.

    Bir çocuğun

    davranışını değiştirmesi, ancak o çocuğun vicdanına hitap

    edilmesi ile mümkün olur, yoksa güç gösterisi ile olmaz.

    O yüzden anne-babaların; “Çocuğa gücümü göstermezsem

    yanlış şeyler yapabilir.” düşüncesi yanlıştır. Çocuk eğer

    korkacaksa, anne-babasının şerrinden değil, kendi

    vicdanından korkmalıdır.

    4-Annem-babam da bana dayak atardı,

    ama onlar kötü insan değillerdi.3

    Bir çocuk için en ağır duygu, anne-babasını suçlu olarak

    görmektir. Bu çocukluk yıllarında da böyledir,

    kendisi yetişip anne-baba olmuş biri için de böyledir.

    Kişinin kendi anne-babasını “kötü insan” olarak görmesi

    kadar çocuğa ağır gelebilecek duygu çok nâdirdir.

    Çocukluk döneminde anne-babasından şiddet içerikli cezalar

    almış birisi, her ne kadar anne-babasının kendisini

    dövdüğünü, ağır cezalar verdiğini itiraf etse de,

    konuşmasının devamını “ama” ile sürdürerek vicdanını

    rahatlatmaya çalışırlar:

    “–Evet, küçükken annem-babam beni çok dövüyordu,

    «ama» ben de çok yaramazdım, canım!..”

    Böylesi bir anne-babaya, şiddetin kötü bir davranış biçimi

    olduğu ve bir annenin çocuğuna şiddet uygulamaması

    gerektiği söylendiğinde, (vicdanında kendi anne-babasını

    yargılamamak için) şiddetin kötü bir şey olmadığını, hatta

    bazen gerekli olduğunu savunacaktır.

    Kendi çocukluğunda şiddet görmüş biri, eğer

    “Evet, şiddet kötü bir davranıştır.” diyecek olsa, vicdanında

    kendi anne-babasını da suçlu îlan edeceğinden dolayı, ceza

    ve şiddetin “anormal” bir davranış olduğunu kabullenmekte

    zorluk çekecektir. Ancak, burada unutulmaması gereken ince

    ayrıntı şudur ki; şiddet ve ceza ile çocuğunu terbiye etmek

    isteyen kişi kötü niyetli olmayabilir, fakat “şiddetin kendisi” kötüdür, yanlıştır...

    5- Her şeye rağmen ben çocuğumu seviyorum4

    Şiddet uygulayan anne-babanın en çok sığındığı bahanelerden

    biri de, “Ne kadar çocuğuma vurursam vurayım, ne kadar ceza

    verirsem vereyim, o benim canımdır...

    Ve ben çocuğumu çok seviyorum.”

    bahanesidir.

    “Ben her şeye rağmen çocuğumu seviyorum.”

    bahanesi mantıklı bir bahane değildir.

    Çünkü şiddete mâruz kalan kişi, çocuğun kendisidir,

    anne-baba değildir ki,

    “Ama ben hâlâ çocuğumu seviyorum.”

    diye bir şey söylensin. Bu durumda söz hakkı çocuğundur.

    Çocuğa sormak gerek,

    “Her şeye rağmen anne-babanı seviyor musun?” diye...

    Cezayı alan kişi çocuk olduğu hâlde cezayı uygulayan kişinin

    “Her şeye rağmen çocuğumu seviyorum.” demesi,

    ciddî bir mantık hatasıdır.

    Aynı durumu şöyle düşünebiliriz.

    Bir erkek, eşine karşı şiddet uygulasa ve sonra kendisine

    “Neden böyle bir şey yapıyorsun ayıp değil mi” diye

    soranlara da “Olsun, ben her şeye rağmen eşimi seviyorum.”

    dese, bu söz ne kadar mantıklı bir söz olur ki?


    6- Bir ben değil ki, herkes çocuğuna ceza veriyor, yanlış olsa kimse vermez!

    Eğer bir anne-baba vicdanına karşı,

    “Nasıl olsa herkes yapıyor bunu…”

    gerekçesine sığınarak çocuğuna karşı şiddet uyguluyorsa,

    böylesi bir düşünce çok yanlıştır. Yanlıştır, zira günümüz

    toplumlarının en büyük problemi, zaten şiddet değil midir?

    Etrafımıza her bakışımızda bizi hayattan bıktıran şey,

    insanların acımasızca birbirlerine karşı uyguladıkları şiddet

    değil midir?

    Siz çocuğunuza karşı biraz şiddet uyguluyorsunuz...

    Bir başkası daha çok... Diğer bir başkası da daha fazla…

    Ama üzerinde şiddet uygulanılan bu çocuklar değil midir

    yarınki toplumu yaşanmaz hâle getirenler?

    Ya da bugünkü toplumu yaşanmaz hâle getirenler de dünkü

    şiddet altında büyümüş çocuklar değil midir?

    Bütün bunların karşılığında, ortalığı şiddet alanına çeviren

    birisi, “Bir ben değilim ki, herkes yapıyor, yanlış olsa kimse

    bunu yapmaz!..” dese ne kadar doğru olur? Tıpkı bunun gibi,

    çocuğuna şiddet içerikli cezalarla terbiye etmeye çalışan bir

    anne-babanın başkalarının yanlışından destek alarak, “Yanlış

    olsa kimse yapmaz.” demesi doğru değildir.

    7- İstesem ceza vermeden de çocuğumu yetiştirebilirim

    Birçok uzmanın gözlemlerinden elde edilen sonuç ortada.

    Şiddet, öyle sanıldığı kadar kolay vazgeçilebilecek bir

    alışkanlık değildir.

    Şiddet uygulayan anne-babalar, uyguladıkları şiddete son

    vermek istediklerinde, işte o an gerçeklerle yüz yüze

    gelmektedirler. Ceza ve şiddetle çocuğu terbiye etmeye

    çalışan bir anne-babanın kazandığı alışkanlığı terk etmesi,

    öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Ceza ve şiddet

    kullanmaya alışmış anne-babalar, bu alışkanlıklarından

    vazgeçmeye çalıştıklarında, o zaman kendilerinin acziyete

    düştüklerini hissetmektedirler. Ceza silahı elinden alınan

    anne-babalar, ortada çaresizce kala kalmaktadırlar.

    Şiddete alışmış bir anne-babanın “İstemesem ceza vermeden

    de çocuğumu yetiştirebilirim.” düşüncesi, ceza vermeye

    alışmış bir anne-baba için gerçekçi değildir. Böylesi bir anne-

    babanın, uzman yardımı almadıkça yahut çok ciddi bir bilinç

    sergilemedikçe kullandığı ceza yöntemlerinden vazgeçmesi

    kolay olmayacaktır.

    8- Birçok uzman cezayı bir terbiye metodu olarak tavsiye ediyor.

    Evet, ne yazık ki, birçok uzman şiddeti kınadığı ve şiddet

    ortamından uzak durulmasını tavsiye ettiği hâlde, cezaya

    sıcak bakabilmekteler. Hâlbuki ceza, şiddetin ilk basamağıdır.

    Çocuk terbiyesinde “materyalist” metotlar üzerinde

    yoğunlaşan psikolog ve pedagoglar, çocuk terbiyesinde

    cezanın olması gerektiğini savunmaktadırlar. Çünkü

    materyalist düşünceye göre,

    “Hayvanlar ile insanlar aynı nesilden gelmektedir.

    Hayvanlar üzerinde ceza, olumlu etkiler oluşturuyorsa ve

    hayvanların davranışlarını değiştirmede ceza bir metot ise,

    o hâlde insanlar üzerinde de bu metotlar uygulanabilir.”


    Evet, hayvanlar üzerinde yapılan deneyler gösteriyor ki,

    ceza ile hayvan terbiyesi mümkündür...

    Aç bırakılan bir köpek, bir küçük kemik parçası için taklalar

    atmakta, kırbaç yiyen at daha hızlı koşmak için çaba sarf etmektedir.

    Ancak, hayvanların ceza korkusu ile istenilen davranışa yönleniyor

    olması, insanların da ceza korkusu ile istenilen davranışı sergileyeceği

    anlamına gelmez.

    Zira insan, hayvanlardan farklı olarak, akıl, vicdan, kalp,

    gurur gibi özellikler taşımaktadır ki, insana uygulanacak

    cezalar ve şiddetler, insanın bu dünyasını rencide etmektedir.

    Dolayısıyla, materyalist felsefe ile çocuk terbiyesi yorumları

    yapıldığında, çocukların ceza alarak “adam” olacağını

    savunan birtakım uzmanlar bulunuyor olsa da, -daha önce

    ifade edildiği gibi- birtakım uzmanlar da, “insan vicdanı

    kabul etmedikçe davranış değişikliği olamaz...” ilkesini

    savundukları için “ceza” yerine “vicdan” terbiyesini tavsiye

    etmektedirler.

    9- Annesi-babası değil miyim, hem döverim, hem severim

    Anne-baba olmanın verdiği sahiplenme hissi, çocuğa karşı

    kullanılacak şiddet ve cezayı, bazen anlamsız bir şekilde

    körüklemektedir. Birçok anne-baba, çocuklarına şiddet

    uyguladıklarında

    “Ben annesiyim/babasıyım; hem severim, hem döverim, kime ne?”

    diye etrafa karşı kendini savunmaktadır.

    Çünkü anne-babalar kendi duygularından emindir.

    Çocuğunu canı pahasına sevdiğinden emindir.

    Böylesi bir duygu ile sevdiği çocuğuna karşı “sahiplenme”

    hissi, zaten çok tabiîdir. Ancak tabiî olmayan şey, bu kadar

    sahip çıktığın bir şeye aynı zamanda şiddet uygulama

    özgürlüğünün bulunduğunu düşünmektir.

    Çocuklar, anne-babasının “çocuklarıdır”; onların köleleri

    değildir. Her ne kadar anne-baba, kendi sevgisinden emin

    olsa da, çocuğuna bir köle muâmelesi değil, bir insan

    muâmelesi yapmalıdır. İnsan muâmelesi de, dövülmeyi

    değil, sevilip saygı duyulmayı beraberinde getirir.

    Önümüzdeki ay, cezanın çocuk terbiyesi üzerindeki olumsuz

    tesirlerinin neler olduğundan bahsetmeye çalışacağız.


    1 Bir önceki nesilden bir sonraki nesle bilgi ve becerinin

    aktarılması. (Psikolojik Kalıtım)

    2 Geweld in de Kindertijd, Rotterdam University (A University of Applied Sciences) (Reader), Sharan M.

    3 Geweld in de Kindertijd, a.g.e.

    4Geweld in de Kindertijd, a.g.e.



    E.Ahsen bunu beğendi.
  8. Alt 03-15-2009, 20:07 #8
    E.Ahsen Mesajlar: 41
    muhteşem bir paylaşım teşekkürler..

    beyza bunu beğendi.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.