[Alâüddîn-i Attâr(ks)~~~

Muhammed bin Muhammed Buhârî, Muhammed Behâ-üddîn-i Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesi idi Zamânının kutb-i irşâdı idi Buhâranın Cağanyân nâhiyesinde sekizyüziki 802 [m 1400] de vefât etdi(Evliyânın kabrlerini ziyâret etmenin te’sîri ...


  1. Alt 05-26-2009, 03:35 #1
    fehim Mesajlar: 89
    Muhammed bin Muhammed Buhârî, Muhammed Behâ-üddîn-i Buhârî hazretlerinin dâmâdı ve talebesi idi Zamânının kutb-i irşâdı idi Buhâranın Cağanyân nâhiyesinde sekizyüziki 802 [m 1400] de vefât etdi(Evliyânın kabrlerini ziyâret etmenin te’sîri çokdur Rûhlarına teveccüh etmek dahâ fâidelidir) buyururdu Abdülganî Nablüsînin, bunun mubârek rûhundan çok feyz aldığı (İrgâmül-merîd) de yazılıdır Büyük âlim Seyyid Şerîf-i Cürcânî diyor ki, (Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim)

    Buhârâda yetişen en büyük Ehl-i sünnet âlimlerinden ve Velîlerindendir İnsanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on altıncısıdır Zamânında herkese rüşt ve hidâyet onun vâsıtası ile gelirdi Onun varlığı ile, dîn-i İslâm başıboş kalmayıp, din düşmanları pervâsızca, dîni yıkmağa ve değiştirmeğe kalkışamadı

    Alâüddîn-i Attârın "kuddise sirruh" babası, Buhârânın zengin eşrâfından idi Üç kardeş idiler Şehâbeddîn, Hâce Mübârek ve Alâüddîn-i Attâr Alâüddîn en küçükleri idi Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı Fakat Alâüddîn-i Attâr hiç mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşîbend Muhammed Behâeddîn-i Buhârîye "kuddise sirruh" talebe olmayı tercîh etti Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm etti Behâeddîn-i Buhârî hazretleri Alâüddîne nazar ettikten sonra; “Evladım, bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır Dünyâyı ve nefsin arzûlarını terk etmek vardır Sen bunları yapabilecek misin?” buyurdular Alâüddîn-i Attâr, “Yaparım efendim!” diye cevap verdi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh", “Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu Alâüddîn-i Attâr, asîl ve tanınmış bir âileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı Ertesi gün Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna gelerek; “Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim,” dedi Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Bugün de kardeşlerinin dükkânı önünde satacaksın,” buyurdu Alâüddîn-i Attâr; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkânı önünde elma satmaya başladı Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi başkalarına rezîl etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim Mîrâsından dahâ fazlasını al Fakat bu işi bırak,” dediler Alâüddîn-i Attâr, hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti Ağabeyleri; “Mâdem satacaksın, bizim dükkânın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler O yine dinlemedi Bunun üzerine kendisine pek çok hakâret ettiler ve dövdüler Fakat, Alâüddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti Ertesi gün Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh"; “Artık bu iş tamâmdır” diyerek, elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabûl buyurdu


    Alâüddîn-i Attâr hazretleri "kuddise sirruh" şöyle anlatmıştır: “Şâh-ı Nakşîbend hazretleri "kuddise sirruh" beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ki, sohbetlerinden hiç ayrılamayacak hâle geldim Bu hâlde iken, bir gün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu “İkrâm sahibi sizsiniz Âciz hizmetçinize iltifât etmelisiniz Hizmetçiniz de sizi sevmelidir,” diyerek cevap verdim Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın,” buyurdu Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı O zamân; “Gördün mü, sevgi benden midir Senden midir?” buyurdu Beyt:
    Eğer maşuktan olmazsa muhabbet âşıka,
    Âşığın uğraşması mâşûka kavuşturamaz asla

    Alâüddîn-i Attâr "kuddise sirruh" talebeliğe kabûl edilince, gayretle çalışmaya, hizmet etmeye başladı Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamânda yapıyordu Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi

    Hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh", Alâüddîn-i Attârın kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, kızını ona vermek istiyordu Bunun için, bir gün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bulûğa erişince bana haber ver,” buyurdu Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâüddîn-i Attârın odasına gitti Bu sırada Alâüddîn-i Attâr "kuddise sirruh", eski bir hasır üzerinde kitâp mütâle’a ediyordu Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı Başka bir şeyi yoktu Behâeddîn-i Buhârî hazretlerini karşısında görünce, hemen ayağa kalktı Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Ey Alâüddîn! Eğer kabûl edersen, evimde yeni bulûğa gelmiş bir kızım var Seninle evlendireyim” Alâüddîn-i Attâr, edeple durumunu arz etti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve se’âdet buyurdunuz Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir Rızkınızın da, ALLAHü teâlâ’nın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir Bunun için hiç üzülme!” buyurdu

    Behâeddîn-i Buhârî "kuddise sirruh", talebeleriyle birlikte Alâüddîne bir ev yapmak için, çalışmaya başladılar O sıcak yaz günlerinde, bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi Herkes gölgede istirâhat ederken, Alâüddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi Diğer talebeler güneşin, Alâüddîn-i Attâr hazretlerine tesîr etmediğini hayretle görürlerdi Alâüddîn-i Attâr hazretleri "kuddise sirruh" o hâlde iken ALLAHü teâlâ’nın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennemin şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü Bir ân dahî ALLAHü teâlâ’yı unutmaz, kalbinde Onun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı Öyle ki, bütün hücreleri ALLAHü teâlâ’yı zikr eder; “ALLAH! ALLAH!” derdi Ev tamâmlanınca, düğünleri yapıldı Böylece iffet ve ismet sahibi, temiz ve edepli bir kızla evlenmiş oldu Bu hanımından; Hâce Hasen, Hâce Şehâbeddîn, Hâce Mübârek, Hâce Alâüddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi

    Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh", bir gün talebeleri ile kıra çıkmıştı Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından, birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Alâüddîn! Suya atla!” buyurdu Alâüddîn-i Attâr hazretleri "kuddise sirruh", kendini hemen nehrin azgın sularına attı Sular Alâüddîni derhâl yuttu Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek, kırlarda bir müddet gezdi Akşâm üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var O da sabâhleyin buradan geçerken nehre atlamıştı,” dediler Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâüddîn gel!” buyurdu Alâüddîn-i Attâr nehirden çıktı Elbiseleri hiç ıslanmamıştı Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor Fakat Alâüddînin kökü sağlam olduğundan, söküp götüremedi”

    Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh", Alâüddîn-i Attârı sohbetlerinde yanına oturtur, sık sık ona dönerek teveccüh eder ve onun Evliyâlık derecelerinde yükselmesine çalışırdı Bu durumu bir gün talebeleri sorunca, onlara; “Onu, kurt kapmasın diye yanımda oturtuyorum Çünkü nefs, dâimâ pusudadır Her ân onun hâli ile alâkadar olmamın sebebi, onu makâmların en yükseğine çıkarmak içindir Ben onu görünce, ALLAHü teâlâ’yı ve Onun beytini (Beytullahı) hâtırlarım Kerîmin hânesinde bulunan, keremine mazhar olur, kavuşur,” buyurdu

    Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh" hayâtta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâüddîn-i Attâra bırakıp; “Alâüddîn, bizim yükümüzü hafîfletti,” buyurdu Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı

    Alâüddîn-i Attâr hazretleri şöyle anlattı: “Bir gün, hocam Behâeddin-i Buhârînin huzûrunda bulunuyordum O gün hava kapalı idi Bana; “öğle namâzı vakti girdi mi?” dedi “Hayır” dedim “Semâya bir bak” buyurdu Gökyüzüne bir baktım ki, melekler toplanmış, öğle namâzı ile meşgûl oluyorlardı Gözlerimdeki perde kalkıp, bu hâli görünce, bana; “sen, hâlâ öğle vakti olmamış diyorsun”, buyurdu Hocama verdiğim cevabtan çok mahcup oldum Bir müddet bu hâdisenin ezikliğini duydum”

    Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüya gördü: Büyük bir otağ kurulmuş Otağda Peygamber efendimiz “sallü aleyhi ve sellem” de bulunuyordu Alâüddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip, Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı Bir ara Behâeddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh" içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: Bize, kabrimizin yüz fersah mesâfesine defin edilecek her Müslümân’a şefâat etmemiz ihsân edildi Alâüddîn-i Attâra da kırk fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi [Bir fersah, altı kilometredir]

    Alâüddîn-i Attâr hazretleri "kuddise sirruh" buyurdu ki: Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana, kabrini kazmamı emir buyurdu Gidip, emir edildiği gibi kabri kazdıktan sonra, huzûruna geldim Yâsîn-i şerîf okumamı istediler Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık Kendisi de bizimle birlikte okuyordu Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler

    Alâüddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın, talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
    Her işte yolunuz, dînî hükümlere bağlılık olsun! Dînin emirlerini yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır 802 [m 1400] senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı Receb-i şerîfin ikinci Perşembe günü yatağa düştü

    Son hastalıklarında, Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyyeti ile hayli sohbet etti Buyurdu ki: “Dostlar ve azîzler hep gitti Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir Elbette o âlem, bu âlemden üstündür” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı Yakınlarından biri; “Ne güzel sebzelik,” deyince; “Toprak da güzeldir Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur,” buyurdu

    Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde, “Lâ İlâhe ill Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyasında gördü Buyurmuş ki: “ALLAHü teâlâ’nın bize verdiği nimetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah civârında defin edilmiş olanların, benim şefâatim ile afv olunacağı, mağfiret buyurulacağı bildirildi”

    Buyurdular ki;

    Şuna inanmalı ki, hakîkî gâyeye, ancak mürşid-i kâmilin [yol göstericinin], rehberin sevgisi, rızâsı ile kavuşabilir Bu sebeple, mürşid-i kâmilin rızâsını, sevgisini talep etmek, talebeye düşen başlıca vazîfedir

    Bir âlimi ve Evliyâyı ziyâret etmekten maksat, ALLAHü teâlâ’ya yönelmektir O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, ALLAHü teâlâ’nın rızâsına kavuşmaya vesîledir Nitekim, görünüşte halka tevâzu’, hakikatte Hakka tevâzudur Çünkü insanlara, ALLAHü teâlâ’nın rızâsı için tevâzu’ göstermek makbûldür, kıymetlidir Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, çok tesîri vardır Ancak, onların rûhâniyyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan dahâ iyidir Zîrâ, iyi tesîrin, yakınlık veyâ uzaklık ile bir bağlantısı yoktur Her yer aynıdır Nitekim, Resûlullah efendimiz “sallü aleyhi ve sellem”, (Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz) buyurduALLAHü teâlâ’nın velî kulları ile sohbet etmek, âhıret âleminin işlerini yürütmeye yarayan aklı kuvvetlendirir [Akl-ı selîm olur]

    ALLAHü teâlâ’nın velî kullarını her gün, iki günde bir kere görmek, bırakılmaması gereken sünnettir Ancak, bu hususta edebi gözetmek lâzımdır

    Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır:
    1 Gönüle kötü duyguların girmesini önlemelidir
    2 ALLAHü teâlâ’yı sessiz zikr etmeyi sağlamalıdır
    3 Kalp hâllerini gözetmelidir
    Gönüle ALLAHü teâlâ’nın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım Sonra yine geldi Geldi ama, gönlümde yer bulamadı Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir

    ALLAHü teâlâ’nın inâyeti ve Şâh-ı Nakşîbend Behâeddîn-i Buhârî "kuddise sirruh" hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum En önce ALLAHü teâlâ’nın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır Bundan bir ân gâfil kalmamalıdır Dâimâ muhtaç olduğunu düşünmelidir ALLAHü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır

    Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabirdeki zâtın büyüklüğünü ne kadar anlamış ise ve o Velîye ne düşünce ile teveccüh etmiş, yani kalbini Ona bağlamış ise, Ondan o kadar feyiz alabilir Kabir ziyâretinin fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse için, uzaklık zarâr vermez Behâüddîn-i Buhârî hazretleri "kuddise sirruh", Hak teâlâya [teveccüh edebilenlerin doğruca Ona] teveccüh etmelerini emir buyururdu Evliyânın kabirlerini ziyâret, Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır O Velînin rûhunu, Hakka tam teveccüh edebilmek için vesîle yapmalıdır İnsanlara tevâdû’ ederken, Hakka teveccüh etmek lâzımdır Çünkü, insanlara tevâzu’, ALLAH için olursa, makbûl olur

    Meşâyıhın kabirlerini ziyâret edene, onları anladığı ve bağlandığı miktârca fâide hâsıl olur Onların kabirlerinden, çok fâide alınır

    Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri, büyük âlim ve velîler yetişirdi Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Ya’kûb-i Çerhî bunlardan bazılarıdır Bunlardan başka, pek çok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu ve başkalarını yetiştirebilecek irşat makâmlarına yükseldi

    Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi olan Abdülganî Nablûsi hazretleri, Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin "kuddise sirruh" rühâniyyetinden feyiz almıştır Bu husûs Hakîkat Kitâbevinin bastırdığı, (İrgâm-ül-merîd) kitabında anlatılmaktadır

    HUZUR PINARI - İslamiyet, İslam Dini, Ehl-i Sünnet İtikadı, İlmihal, Kitaplar


    TALEBESİ NİZÂMEDDÎN HÂMÛŞ

    Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden. Hâce Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin talebesi veSa'düddîn Kaşgârî'nin hocasıdır. İsmi, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş'tur. Doğum ve vefât târihleri bulunamamıştır. Sekizinci asrın ortalarında doğup, dokuzuncu asrın ortalarında, doksan yaşlarında vefât ettiği bilinmektedir.

    İlk zamanlarda lüzûmu kadar zâhirî ilimleri tahsîl etti. Sonra, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı, riyâzet ve mücâhede ile nefsini terbiye etmek için çok gayret etti. Nefsin istediği, beğendiği şeyleri yapmaz, dâimâ ona zor gelen şeyleri yapardı. Bu yoldaki gayretlerinin neticesinde, kendisinde keşf ve kerâmet hâlleri görülmeye başladı.

    Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî hazretlerinin en yüksek talebesi ve halîfesi olan Hâce Alâüddîn-i Attâr, Buhârâ'ya gelmişti. Bunu haber alan Nizâmeddîn-i Hâmûş, onun sohbetlerinde bulunmak üzere huzûruna giderken, Mevlânâ Saîd ile karşılaştı. Mevlânâ buna; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz ona çok tesir etti. Alâüddîn-i Attâr'ın sohbetlerinde bulunmak arzusu arttı. Oraya vardığında, Hâce Alâüddîn onu görür görmez; "Sizi gâyet temiz görüyorum. Çeşitli merhalelerden geçip yükseleceğiniz zaman hâlâ gelmedi mi?" dedi. Bu söz, yolda kendisine Mevlânâ Saîd'in söylediği sözün aynısıydı.

    Zâten büyük bir arzu ve istekle gelen Nizâmeddîn, onu görür görmez bu kerâmeti ile de karşılaşınca, sevgi ve muhabbet ateşi içine düştü. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla duyduğu lezzeti, başka şeylerde bulamıyordu. Her şeyden yüz çevirip, sâdece o büyük zâtın sohbetlerinde bulunmaya, bu şerefli ve kıymetli sohbetlerden istifâde etmeye gayret etti. Bu teslîmiyetinin meyvelerini kısa zamanda toplayıp, Hâce hazretlerinin en yüksek talebelerinden oldu.Zamânın en büyük âlim ve velîlerinden biri olarak yetişti.

    Birçok fazîlet ve üstünlüklerin kendisinde toplandığı, kerâmetler ve hârikalar sâhibi çok yüksek bir zât idi. Namaz kılmak üzere bir mescide varsa, o anda da mescidin kapısı kilitli olsa, içeri girmek niyetiyle elini uzatınca, Allahü teâlânın izni ile kapı açılır ve rahatlıkla içeri girerdi. Sohbetinde bulunanlara, hocasından aldığı yüksek ilimleri anlatıp, çok faydalı olurdu. İnsanlar ondan çok istifâde ettiler.

    Sohbetlerine devâm edenlerden birisi şöyle anlatır: "Bir gün Nizâmeddîn Hâmûş'un huzûrunda bulunuyorduk. Bir ara kalbime bâzı uygunsuz düşünceler geldi.Keşif yoluyla bu hâlimi anlıyarak, bana döndü ve buyurdu ki: "Kalbini bu türlü düşüncelerden uzak tut. Hak ehli, Allahü teâlânın izni ile herkesin gönlünden geçeni bilebilirler. Allahü teâlâ ise herkesten iyi bilir. Vallahi kırk yıldır ihtilâm olmadım. Sebebi şu idi ki, bir gün rûhâniyet âleminden bir cemâat yanıma gelerek, ihtilâm olmamaya gayret etmemi, her ihtilâm olmamda derecemden kaybedeceğimi söylediler. Bu sebepten kırk yıldır bu emre uymaktayım."

    Mevlânâ Nizâmeddîn hazretlerinin hâli, velîlik yolundaki derecesi o kadar yüksekti ki, huzûruna gelen bir kimsenin kalb hâlini Allahü teâlânın izni ile anlar, o kimse tasavvuf ehli, istidât sâhibi bir kimse ise, onunla zühd ve takvâdan konuşurdu. Şâyet gelen kimse bid'at ehli, fâsık biri ise, ondan sıkılır ve rahatsız olurdu. Onlar öyle büyük zâtlardı ki, karşılaştıkları herkese o kimselerin durumlarına göre konuşurlardı. Birisi ile konuşacakları zaman, kalb gözleriyle o kimsenin durumunu kontrol edip anlar sonra ona göre konuşurlardı. Bunun için, insanlara göre konuşmaları farklı olurdu. Bu büyüklerden biri, sevdiklerinden birine buyurdu ki: "Tasavvuf ehlinin hâllerinden anlamıyan kimselerle karşılaştığımızda, onlarla basit meselelerden konuşuyoruz. Onlara bu yolun yüksek hâllerinden, kalb mârifetlerinden anlatmak istiyorum ve hattâ bâzan bunun için kendimi zorluyorum, fakat istidâtları olmadığı için konuşamıyorum. Sizinle sohbet ederken de, bâzan diğer insanlarla olduğu gibi konuşmak istiyorum ve hattâ bunun için kendimi zorluyorum, ama onlarla konuştuğum gibi konuşamıyorum."

    Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şöyle anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn-iHâmûş, güzellik ve letâfette kemâl derecesindeydi. İnsanların hâllerinden, ahlâklarından çok müteessir olurdu. Sâde olmayı tercih eder, süslenmeden hoşlanmazdı. Kendini bir hiç kabûl ederdi. Kendisinden meydana gelen kerâmetlerin de, hocalarının ve diğer büyüklerimizin latîfe ve sıfatları olduğunu söylerdi. Çünkü bu büyüklerin âdetleri, gönüllerini benlik dâvâsından uzak tutmaktı."

    Yine Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi aleyh) anlatır: "Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş, bizim memleketimiz olan Taşkend'e geldiği zaman, bizde misâfir olurdu.Bunu büyük nîmet bilir, hizmette kusûr etmemeye çalışırdık. Yine bir gün bizde misâfir iken bir ara; "Âh! Üzerime bir ağırlık çöktü. Gâliba filân kimse geliyor diyerek, Şâş vilâyetinden birinin ismini söyledi. Üzerine çöken ağırlık sebebiyle "Lâ havle..." okumaya başladı. Biraz sonra söylediği kimse çıkageldi. Nizâmeddîn Hâmûş, gelen kimseye; "Hoş geldiniz. Beri gelin, nisbetiniz sizden evvel geldi" buyurdu.

    Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olanSeyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri, HâceAlâüddîn-iAttâr'ın sohbetlerinde bulunurdu. "Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim" buyurmuştur. Seyyîd Şerîf Cürcânî hazretleri, bir gün Hâce Alâüddîn'e; "Efendim, bendenizi talebelerinizden birine havâle edin. Sizden sonra onun sohbetlerine devâm edeyim." diye arzetti. Bunun üzerine onu, Nizâmeddîn Hâmûş'a havâle ettiler. Seyyîd Şerîf Cürcânî, bundan sonra Mevlânâ Nizâmeddîn'in sohbetlerine devâm etti.

    Müslümanlar, bir bedenin uzuvları gibidir. Bir bedenin uzuvlarından birinde bir ağrı, sızı olunca; nasıl ki, bütün beden bu ağrı ve sızıyı hisseder, onun tesirinde kalırsa, Nizâmeddîn hazretleri de böyleydi. Talebelerinden, Mevlânâ'yı sevenlerden birisi bir sıkıntıya düşmüş olsa, o sıkıntıyı fazlasıyla Mevlânâ hazretleri de çekerdi.

    Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş çeşitli zamanlardaki sohbetlerinde sık sık şöyle buyurdu:

    "Susmak, konuşmaktan çok daha faydalıdır. Susmak ile ve hâl lisânı ile insanlara faydalı olamıyan, konuşmakla hiç faydalı olamaz."

    "Büyüklerin huzûrlarında, sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz düşüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Allahü teâlânın izni ile o düşünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar."

    1) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Arabî); s.89
    2) Reşehât Ayn-ül-Hayât (Osmanlıca); s.163
    3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi (Osmanlıca); s.438
    4) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.12, s.368

    Konu fehim tarafından (05-26-2009 Saat 03:56 ) değiştirilmiştir.
Kullanıcı isminiz: Giriş yapmak için Buraya tıklayın

Bu soru sistemi, zararlı botlara karşı güvenlik için uygulamaya sunulmuştur. Bundan dolayı bu kısımı doldurmak zorunludur.