Peygamber Efendimiz'in Ahlâkî Fazîletleri

“Allâh Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanınız.”
(Münâvî, et-Teârîf, s. 564)


Ahlâk; huy, tabîat, yaratılış ve seciye demek olan hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk kelimesi, gönül ile idrâk edilen, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz ve muhtevâyı ifâde eder. Ahlâk, iyi ya da kötü sıfatları ile kullanılmakta olup iyi ahlâk; nefsin kuvvet ve vasıflarında îtidâlli olması, orta yolu tercih etmesi demektir. Diğer bir ifâdeyle insanın, bir gâyeye yönelik olarak kendi arzusuyla iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmasıdır. Bunun aksi ise kötü ahlâktır.


Güzel ahlâk imânı tamamlayan, ihsânı kemâle erdiren, hayâtı güzelleştiren, sâhibini Allâh'ın rızâsına yaklaştıran ve insanları ona meftûn eden bir iksirdir. Yüce Allâh'ın sıfatlarının insan üzerindeki gölgesi ve bu sıfatlardan kula yansıyan ilâhî akislerdir.

Bu sebeple güzel ahlâkla bezenmek, Allâh'a yakınlığın olduğu gibi bunun aksi de ilâhî sıfatlardan uzaklaşmanın açık bir alâmetidir. Bu ehemmiyetine binâen ahlâk, ibâdetlerin gâyelerinden biri hâline gelmiştir. Meselâ namaz ve orucun bir gâyesi de insana güzel ahlâk kazandırmaktır. Hatta güzel ahlâk, bâzen nâfile namaz ve orucun derecesine yükselir ve onlarla elde edilen sevap, güzel ahlâkla da elde edilebilir. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:


“İnsan güzel ahlâk ile gündüzleri hep oruç tutan, geceleri kalkıp namaz kılan kimselerin derecesini elde eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 7)


Güzel ahlâk, şahıslar için bu derece önemli olduğu gibi topluma da birçok güzellikler kazandırır. Cemiyette muhabbet ve âhenk ancak güzel ahlâk sâyesinde sağlanabilir. Gezegenler arasındaki câzibe kuvveti, kâinât nizâmının insicâmı için ne kadar önemli ise fert ve cemiyet nizâmında da ahlâk böyle bir öneme sâhiptir. Ahlâkın tefessüh ettiği (çürüyüp bozulduğu) bir toplum ise dağılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.

Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-'ın naklettiğine göre Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“İnsanları maddî yardımda bulunmak sûretiyle memnun ve tatmin etmeniz mümkün değildir. (Malınız buna kâfi gelmez.) Dolayısıyla siz onları güler yüzünüz ve güzel ahlâkınızla memnûn etmeye çalışınız.” (Hâkim, I, 212)


Allâh Teâlâ, ahlâken kâmil bir insanı sevdiği gibi onu insanlara da sevdirir. Bu kimsenin, güzel ahlâkı sâyesinde dünyâsı gibi âhiret hayâtı da müzeyyen hâle gelerek, her iki âlemde de cenneti yaşar. “Mü'min­le­rin îmân­ca en ol­gun­la­rı, ah­lâ­kı en gü­zel olan­la­rı­dır.” (İbn-i Hibbân, IX, 483) buyuran Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e, insanları cennete en çok neyin ulaştırdığı sorulduğunda:


“Allâh Teâlâ'ya karşı takvâ sâhibi olmak ve güzel ahlâk!” buyurmuştur. (Tirmizî, Birr, 62)


Cennette mertebesi en yüksek ve Habîb-i Ekrem Efendimiz 'e en yakın olanlar da yine güzel ahlâk sâhibi kimselerdir. B u müjdeyi Allâh Resûlü; “Si­zin ba­na en sev­gi­li­niz ve kıyâ­met günü ba­na en ya­kınınız, ah­lâ­kı en gü­zel ola­nı­nız­dır.” (İbn-i Hibbân, II, 231) hadîs-i şerîfleri ile vermiştir.


İnsanları iki cihanda da kemâle ulaştıracak olan, hiç şüphesiz İslâm ahlâkıdır. İslâm ahlâkı, Kur'ân'ın koyduğu cihanşümul değerler manzûmesi içerisinde doğmuş, sünnet ile şekillenmiş ve nihâyet Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-' in örnek kişiliğinde yaşanarak kemâl bulmuştur.

Güzel ahlâk âbidesi olan Resûlullâh Efendimiz, Cenâb-ı Allâh tarafından terbiye edilmiş, ümmetine tâlim ettiği ahlâkî kâideleri de vahiy yoluyla yine O'n dan almıştır. Nitekim Sa'd bin Hişâm -radıyallâhu anh- , Âişe vâlidemiz'e:

– Ey mü'minlerin annesi! Bana Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâkını anlat, dediğinde o:

– Sen Kur'an'ı okumuyor musun, diye sordu. Sa'd:

– Evet, okuyorum, cevabını verince Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ- :

– Nebiyy-i Muhterem Efendimiz'in ahlâkı Kur'an idi, dedi. (Müslim, Müsâfirîn 139)

Ziya Paşa, Efendimiz'in ahlâkının böyle yüce oluşunun hikmetini şöyle dillendirir:

Bir mektebe oldu kim müdâvim,

Allâh idi zâtına muallim.

Resûl-i Ekrem Efendimiz , Allâh Teâlâ 'nın Kitâb-ı Kerîmi'nde medhettiği ahlâkî vasıfların hepsini, tam mânâsıyla kendisinde cem etmiş ve bütün insanların hayranlıkla seyredip örnek alabileceği bir ahlâk meşheri (sergisi) hâline gelmiştir. O'nun şahsiyetinin en bâriz alâmeti, eşi olmayan bu güzel ahlâkıdır. Bu sebeple Allâh -azîmu'ş-şân- Pey­gam­be­ri­miz'e:


“Muhakkak ki sen pek büyük bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem 68/4)
buyurarak onun yüce ahlâkını övmüştür. Resûl-i Ekrem Efendimiz de ahlâkın güzelleştirilmesine o kadar önem vermektedir ki risâletinin gâyesini dahi; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü'l-hulk, 8) hadisleriyle beyan etmişlerdir.


Resûlullâh Efendimiz, aynaya bakarken ahlâkî güzelliğe vurgu yaparak:
“Allâhım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir!”


“Yâ Rabbî! Beni ahlâkın en güzeline ulaştır! Şüphesiz ona ulaştıracak olan ancak Sen'sin!” diye duâ ederdi. (İbn-i Hacer, Fethu'l-Bârî , X, 456)


Aziz Mahmûd Hüdâî hazretleri Allâh Teâlâ'nın sıfatlarının Sevgili Peygamberimiz'de hilkat ve ahlâkî güzellikler şeklinde tecellî ettiğini şöyle terennüm etmektedir:


Âyinedir bu âlem herşey Hak ile kâim
Mir'ât-ı Muhammed'den Allâh görünür dâim.


“Bu âlem aynadır, ondaki gölge varlıklar ancak Hak ile kâimdir. Muhammed Mustafâ aynasından dâimâ Allâh Teâlâ'nın tecellîleri görünür.”
Mekke-i Mükerreme'de inen sûrelerin ihtivâ ettiği iki ana mevzudan birinin îmân, diğerinin de ahlâk olduğunu dikkate alırsak, Kur'ân-ı Kerîm 'in ahlâka verdiği değeri daha iyi anlarız.

Îmân, Allâh Teâlâ ile irtibatın; ahlâk ise ictimâî çevre ile münâsebetin esâsını teşkil eder. Resûlullâh Efendimiz Allâh'a bağlılıkta da güzel ahlâkta da örnek olduğu içindir ki İslâm, kısa sürede gönülleri fethetmiştir.


Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ahlâk ve fazîletini umûmî mânâda tespit etmek istersek, t orunu Hz. Hüseyin ve üvey oğlu Hind bin Ebî Hâle'den gelen bilgiler, onun ahlâk-ı hamîdesini güzel bir şekilde hulâsa etmektedir. Hüseyin -radıyallâhu anh-, babası Hz. Ali'den Peygamber Efendimiz 'in evinin dışında nasıl davrandığını sormuş, o da şöyle açıklamıştır:


“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- fazla konuşmazdı. Ancak konuşması Müslümanlara faydalı olacak, onları birbirine ısındıracak, aralarındaki tefrikayı ve soğukluğu kaldıracak ise konuşurdu. Her topluluğun yüksek hasletli kişilerine ikramda bulunur, onları kavimlerine yönetici yapardı.


Hiç kimseden güler yüzünü ve güzel ahlâkını esirgemezdi. Ashâbından göremediklerini araştırır, onların durumlarını takip ederdi. İyiliği över ve teşvik eder, kötülüğü ise yerer ve ona mâni olurdu.

Her işi îtidâl üzere olup asla aşırıya kaçmazdı… Her hareketi şuurlu, hikmetli ve yerli yerindeydi. Ne aşırılığa düşer ne de hakkı yerine getirmede kusur gösterirdi. Etrâfında insanların en hayırlıları bulunurdu. Onun katında ashâbın en üstünü, ahlâken en kâmil olanıydı. Onların mertebece en yükseği de muhtaçlara en çok yardım edeniydi.”


Sonra Hz. Hüseyin, babası Hz. Ali'ye Peygamber Efendimiz 'in bir meclisteki davranış tarzını sordu. Hz. Ali şunları anlattı:


“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- otururken de kalkarken de mutlaka Allâh'ı zikrederdi. Meclisin herhangi bir yerini kendisine tahsis etmez, böyle yapmayı da men ederdi. Nerede olursa olsun, bir cemaatin yanına vardığı zaman baş tarafa geçmez, meclisin sonuna oturur ve Müslümanlara da böyle yapmalarını emrederdi.

Yanında bulunan herkese iltifatta bulunurdu. Öyleki yanında bulunan herkes, Resûlullâh nazarında en sevgili kimsenin kendisi olduğunu zannederdi. Kendisiyle oturan veya gelip ihtiyâcını arzeden kimsenin, yanından ayrılıncaya kadar her türlü sıkıntısına katlanırdı.

Bir kimse, kendisinden bir istekte bulununca onu reddetmez, bulursa verir, bulamazsa tatlı ve yumuşak bir dille geri çevirirdi. Onun hoş görüsü bütün insanları içine alacak kadar geniş, güzel ahlâkı da bütün insanlara örnek olacak kadar olgundu. Herkes için şefkatli bir baba olmuştu. Hak husûsunda herkes onun katında eşitti.


Pey­gam­ber -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in mec­li­si bir ilim, ha­yâ, sa­bır ve emâ­net mec­li­si idi. Mec­li­sin­de ne ses­ yük­se­ltilir, ne bir kim­se suç­la­nır, ne de iş­len­miş bir ku­sur ve ha­ta açığa vu­ru­lur­du.

Onun mec­li­sin­de bu­lu­nan­ herkes eşit muâmele görürdü. Bir­bir­le­ri­ne karşı üstün­lük­le­ri ise an­cak tak­va ileydi. Hep­si de mütevâzî idi­ler. Büyük­le­re hürmet eder­ler, küçük­le­re şef­kat ve mer­ha­met gös­te­rir­ler, ih­ti­yaç sâhip­le­ri­ne öncelikle ilgi gösterir, ih­ti­yaç­la­rı­nı karşı­la­ma­ya çalı­şır­lar, ga­rib ve ya­ban­cı olan­la­rı ko­ruyup gözetirlerdi.”


Hz. Ali, Resûlullâh'ın bir topluluk içindeki davranışlarını anlatmaya şöyle devâm etti:


“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, mec­li­sin­de­ki­le­re karşı dâimâ güler yüzlü ve yu­mu­şak huy­lu idi. Affı ve bağış­la­ma­sı bol­du. Hiç kim­se ile çe­kiş­mez­di. Hep sükûnet ve vakarla hareket eder, dâimâ güzel söz söylerdi. Hiç kim­se­yi ayıp­la­maz­dı. Son derece cömert ve diğergamdı. Kendisini şu üç şeyden alıkoymuştu:

- İnsanlarla çekişmekten,

- Çok konuşmaktan,

- Yararsız ve boş şeylerle uğraşmaktan.

İnsanlar hakkında da şu üç şeyden titizlikle sakınırdı:

- Hiç­bir kim­se­yi ne yüzü­ne karşı ne de ar­ka­sın­dan kı­na­maz, ayıp­la­maz­dı.
- Hiç kim­se­nin ayıp ve ku­su­ru­nu araş­tır­maz­dı.
- Hiç kim­se­ye, hak­kın­da ha­yır­lı ol­ma­yan sö­zü söy­le­mez­di.


Pey­gam­ber Efendimiz ko­nu­şur­ken, mec­li­sin­de bu­lu­nan­lar baş­la­rı­na kuş kon­muş gi­bi ses­siz ve ha­re­ket­siz du­rur­lar; sö­zü­nü bi­ti­rip su­sun­ca, söy­le­ye­cek­le­ri­ni söy­ler­ler; fa­kat onun huzûrunda as­la tar­tış­maz ve çe­kiş­mez­ler­di. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ya­nın­da bi­ri­si ko­nu­şur­ken, ko­nuş­ma­sını bi­ti­rin­ce­ye ka­dar, diğer­le­ri su­sar­­dı.


Mec­li­sin­de bu­lu­nan­lar bir ­şe­ye gü­ler­ler­se o da tebessüm eder, bir­ şe­ye hay­ret eder­ler­se o da on­la­rla birlikte hayret ederdi. 1 Ashâbın dayanamayarak müdâhale etmesine rağmen Peygamberimiz, mec­li­si­ne ge­len ga­rip­ ve ya­ban­cı­la­rın söz­ ve taleplerindeki ka­ba­lık ve kırı­cı­lığa katlanırdı. «Herhangi bir ihtiyâcını arzeden birini gördüğü­nüzde ona yar­dım edi­niz!» bu­yu­rur­du.


Gerçeğe uygun olmayan şekilde övülmeyi kabul etmezdi. Hakka tecavüz etmedikçe hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Bir kimse haksızlık ettiği zaman ise, ya onu böyle konuşmaktan men eder ya da meclisten kalkıp giderdi.” (İbn-i Sa'd, I, 423-425)


Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, “Hayır!” demekten son derece sakınırdı. Yâni lisânında « ?? » yoktu. Yapılmasını uygun gördüğü bir şey kendisinden istenildiği zaman “Olur!” buyurur; uygun bulmadığı bir şey istenildiğinde de susar, onu yapmak istemediği sükûtundan anlaşılırdı. (Heysemî, IX, 13)


Hz. Hasan'ın sorusu üzerine Peygamberimiz'in üvey oğlu Hind bin Ebi Hâle -radıyallâhu anh- de Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'i şöyle anlatır:
“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bakmak istediği tarafa bütün vücûduyla dönerdi. Etrafına gelişigüzel bakınmazdı. Daha çok önüne bakardı. Bakışı tefekkür ve ibret içindi .


Ashâbıyla birlikte yürürken onları öne geçirir, kendisi arkada yürürdü. Birisiyle karşılaştığı zaman, önce kendisi selâm verirdi. Resûlullâh -aleyhisselâm- sürekli olarak hüzünlü, daima düşünceli idi. Lüzumsuz yere konuşmazdı. Sükûtu uzundu. Sözünü başından sonuna kadar açık, anlaşılır ve düzgün bir şekilde söylerdi. Konuşurken kısa ve özlü kelimelerle konuşurdu. Sözü ne fazla, ne de eksik sarfederdi.


Sözü, kimsenin gönlünü incitmeyecek ve kimseyi küçük düşürmeyecek şekilde, gâyet yumuşak ve anlaşılır idi.

En küçük nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti hor görmezdi. Sırf kendi zevki için bir şeyi övmez ve yermezdi. Dünya ve dünya işleri için kızmazdı; fakat bir hak çiğnenmek istendiği zaman, o hak yerini buluncaya kadar hiçbir şey kızgınlığını gideremezdi.

Şahsî bir sebeple asla kızmaz, dâimâ affederdi… Kızgınlığı çabuk geçer, üstelik kızdığını belli etmezdi. Neşelendiği ve ferahladığı zaman gözlerini yumardı. Gülmesi çoğunlukla tebessüm şeklindeydi. Gülümserken ağzındaki dişleri inci tâneleri gibi görünürdü.” (İbn-i Sa'd, I, 422-423)

Resûl-i Muhterem Efendimiz, insanların en nâziği, en iyi huylusu ve en mütebessimi idi. (İbn-i Sa'd, I, 365)


Hâkânî Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tebessüm hâricinde gülmediğini şöyle dile getirir:

İbn-i Abbâs der ol hâs-ı Hudâ

Gülmeye eyler idi istihyâ
Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine peygamberlik gelmeden önce de kavmi arasında ahlâkının güzelliği ile övülür ve parmakla gösterilirdi. Bu hakîkati, kaynaklarımız şöyle dile getirir:


“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- nübüvvetten önce de mertlik ve insanlık yönünden kavminin en üstünü, ahlâkça en güzeli, soy itibariyle en şereflisi, komşuluk hakkını en çok gözeteni, hilimde en büyüğü, doğru sözlülükte en başta geleni, emniyet ve güvenilirlikte en üstünü, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en çok uzak duranı idi.

Hiç kimseyi kınadığı ve ayıpladığı; hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti. Öyleki Yüce Allâh bütün iyi haslet ve meziyetleri onda topladığı için kavmi, kendisine «el-Emîn» vasfını vermişti.” (İbn-i Sa'd, I, 121)


“Tedbir gibi akıl, sakınmak gibi verâ, güzel ahlâk gibi izzet ve şeref yoktur.” (İbn-i Mâce, Zühd, 24) buyuran Efendimiz, ahlâkı, insanı süsleyen en güzel meziyet olarak tavsif etmiştir.


Ahlâkî husûsiyetler yerinde icrâ edildiğinde herkesin takdirini kazanır. Aksi takdirde istenmeyen neticelere yol açabilir. Bu sebeple Allâh Resûlü yaptığı her şeyi yerinde yapmıştır. Yersiz celâdet göstermemiş, af uygun olmazsa affetmemiş, merhamet edilmemesi gereken yerde de merhamet etmemiştir. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in davranışları bütün insanların ahlâkı için bir ölçüdür. Onun örnek davranış ve hareketleriyle ahlâkın hudûdu çizilmiş ve hiçbir ahlâkî ölçü diğerinin sınırını aşmamıştır.


Resûl-i Ekrem Efendimiz'in ahlâkî hassâsiyetine dâir bu umûmî değerlendirmeden sonra, tek tek ahlâkî umdelerin, onun muazzez şahsiyetindeki görünüşlerine ve insanlığa yol gösterecek sözlerine geçebiliriz.