Ömer Muhtar Ruhu
Dr. Sadık F. HARMANCI

Ömer Muhtar Ruhu

"Muhammed Esed anlatıyor:
"Ve sonunda, toynaklarına bez sarılı küçük bir at üzerinde Ömer Muhtar çıkıp geldi. İki yanında birer adam vardı; birçok mücahid de ardısıra geliyordu. Bizim beklediğimiz kayalara varınca, adamlardan biri attan inmesine yardım etti; biraz zorlukla hareket ediyordu (on gün kadar önce çarpışmada yaralandığını öğrendim). Ay ışığında şimdi onu açıkça görebiliyordum: iri kemikli, orta boylu bir adamdı; kırışık ve vakur yüzünü kısa, karbeyaz bir sakal çevreliyordu. Göz oyukları derindi; başka şartlar altında olsaydı, insan gözlerinin çevresindeki çizgilere bakarak onun gülmek üzere olduğunu sanabilirdi, ama şu anda bu gözlerde hüzün ve cesaretten başka birşey yoktu."

Ömer Muhtar'ın Libya çöllerinde istiklâl mücadelesi verdiği 1931 yılı başında, Muhammed Esed Medine'deki Senusî zaviyesinde Senusî büyüklerinden Seyyid Ahmed ve Seyyid Muhammed ez-Zuvay ile biraraya gelir. Seyyid Ahmed, amcasının oğlu Muhammed el-Mehdî'nin 1902'de vefat etmesi üzerine Senusî hareketinin başında bulmuştur kendisini (Muhammed el-Mehdî de Senusî hareketinin doğuşuna vesile olan Cezayirli âlim Seyyid Muhammed İbn-i Ali es-Senusî'nin torunudur). Seyyid Ahmed Osmanlı Devleti'ne bağlı, sâdık, mert ve mâkul biriydi; İstiklâl Harbimiz esnasında Anadolu'yu gezerek halkı mücahedeye teşvik etmiş, saygı ve itimad uyandıran şahsiyetiyle önemli bir destek ve moral kaynağı olmuştu (Şeyh Senusî olarak tanınmıştı).

Bu üç şahsiyet, Sireneyka'da Ömer Muhtar liderliğinde savaşan Mücahîdin'in vahim durumlarını görüşürler. Libya'daki bu bir avuç insanın, dışarıdan acil ve yeterli yardım gelmediği takdirde, mücadeleyi sürdüremeyecekleri ortadadır. Sahildeki şehirler ve Cebel Ahdar'ın kuzeyi (Sireneyka'nın Yeşil Dağlar'ı) İtalyanlar'ın sıkı kontrolü altındadır. Senusî mukavemetinin belkemiğini oluşturan bedevilerin, beklenmedik saldırılara, hava baskınlarına uğramadan bölgede dolaşmaları imkânsız gibidir. Bir bedevi kampını keşfeden uçaklar durumu en yakın İtalyan birliğine haber vermekte, uçaklardan açılan makinalı tüfek ateşi kamp sakinlerinin toparlanıp bir yere sığınmalarını önlerken, nereden çıktığı belli olmayan birkaç zırhlı araç kampı kuşatıp, namlularını çadırlara, develere, kadın, çocuk, yaşlı ayırımı gözetmeksizin insanlara çevirerek kampları yerle bir etmektedir. Bu katliamdan sağ kalan insanlar ve hayvan sürüleri zırhlı araçların önüne katılıp kuzeye, İtalyanların sahil yakınlarında kurduğu müstahkem esir kamplarına götürülmektedirler. 1931'in sonlarına doğru bu şekilde seksenbin kadar bedevi, binlerce baş hayvan kamplara sürülüp kapatılmış olacaktır. Kamplardaki şartlar ise tam bir vahşet örneğidir. Bu kadar insanın dörtte birini bile doyuracak erzak yoktur. Esirler ve gaspedilen hayvanlar arasında ölüm oranı tüyler ürperticidir.

İş bu kadarla kalmamaktadır; mücahidlerin ikmâl yollarını kesmek için İtalyanlar Mısır sınırını, sahilden güneydeki Cağbub'a kadar dikenli tellerden örülü bir bariyerle kapatmak üzeredirler. Sireneyka'nın batı sahilleri yakınlarında kahraman Mağariba kabilesi, Ömer Muhtar'a bağlı yiğit reisleri el-Atayviş'in kumandasında sayı ve silâh üstünlüğüne sahip İtalyanlara karşı ancak büyük kayıplar vererek mukavemeti sürdürebilmektedir. Güneyde Zuvayye kabilesi, Calu vahasından çıkarılmış olmalarına rağmen doksan yaşındaki liderleri Ebu Karayyin'in ardı sıra mücadeleye devam etmektedir. Açlık ve hastalık iç kısımlarda bedevi nüfusunu kırıp geçirmektedir.

Seyyid Ömer'in gerekli anlarda toplayabildiği savaşçı sayısı bin kişiyi geçmemektedir. Küçük gruplar halinde savaşan bu kişiler ne kadar çevik ve gözüpek olsalar da, düşmanın ezici insan ve silâh üstünlüğü karşısında kesin bir sulh elde edememektedirler. Bütün bunlardan ötürü, mesele mücahidlere, istilacılara küçük ve geçici kayıplar verdirmelerini sağlayacak sınırlı bir desteğin ulaştırılması değil, onlara, mahkûm edildikleri şartlardan kurtularak ardı arkası gelmeyen düşman saldırılarını püskürtebilecekleri köklü ve düzenli bir desteğin sağlanmasıdır.

Bir hafta boyunca Seyyid Ahmed, Seyyid Muhammed ve Muhammed Esed ne yapılabileceğini konuşurlar. Neticede, mücadelenin ana üssü olarak Libya çölünün güney ucundaki Kufra vahasının uygun olduğu üzerinde bir görüş birliği hâsıl olur. Burası hem İtalyanların henüz ulaşamadığı bir noktadır, hem Mısır'ın Bahriyya ve Farafya vahalarına giden yol üzerinde bulunduğundan, yeterli ve sürekli bir biçimde yapılacak erzak ve mühimmat ikmali için çok elverişlidir, hem de Mısır'daki kamplarda yaşayan binlerce Sireneykalı mülteci için bir toplanma ve irtibat yeri olabilecek keyfiyettedir. Böylece Seydi Ömer'in kuzeyde çarpışan kuvvetleri, insan gücü olarak buradan düzenli olarak takviye edilebilecektir. Ayrıca, iyi tahkim edilip modern silâhlarla savunulduğu takdirde Kufra, alçaktan yapılan hava saldırılarını rahatlıkla püskürtebilecek, yüksekten seyreden saldırılarsa, geniş bir alan yayılan yerleşim grupları için ciddi bir tehlike arzetmeyecektir.

Senusî Şeyhi Seyyid Ahmed, mücadelenin yeniden şekillendirilmesi durumunda, gelecek operasyonları bizzat yönetmek üzere Kufra'ya dönmeyi düşünmektedir. Tehlike büyüktür, çünkü Mussolini Akdeniz'in iki yakasında "Roma İmparatorluğu'nu ihya etme" niyetini saklamamaktadır; ve bu durum, bölgeye göz dikmiş olan Mısır işgalcisi İngilizleri de rahatsız etmektedir.

Mücadeleyi Kufra vahasında üslendirme kararının alındığı gün Seyyid Ahmed bir aralık Muhammed Esed'e döner ve, "Mücahîdin için neler yapılabileceğini yerinde tespit etmek üzere, bizim adımıza Sireneyka'ya gider miydin, Muhammed? Olur ki, olup biteni bizimkilerden daha iyi görebilirsen" diye sorar. Muhammed Esed hiçbir şey söylemeden görevi kabul eder.

Haftalar alan hazırlıklardan, Seydi Ömer ve Mısır'daki Senusîlerle teati edilen gizli yazışmalardan sonra, 1931 başında Muhammed Esed ve arkadaşı Zeyd Kızıl Deniz'i geçer, Mısır'ın Kusayr limanına çıkar, otobüsle Nil boylarındaki Es-Suyut'a, oradan trenle Beni Suaf şehrine gelirler. Burada rehberleriyle buluşur ve on gün kadar sürecek tehlikeli çöl yolculuğuna başlarlar. Nihayet Cebel Ahdar'da Çöl Aslanı'yla biraraya gelirler.

Ömer Muhtar'la karşılaşmasını anlatan Muhammed Esed müşahedelerini aktarmaya devam ediyor:
"Onu karşılamak için yürüdüm ve uzattığı nasırlı eli sıktım. 'Hoşgeldin oğlum' dedi, ve her gün tehlikeyle burun buruna yaşayan bir insanın keskin, araştırıcı bakışlarıyla yüzüme baktı. Adamlarından biri yere şilte serdi. Seydi Ömer usulca oturdu. Ondan izin alıp bir kayanın kuytusunda küçük bir ateş yaktılar. Seydi Ömer, kendisine Seyyid Ahmed'den getirdiğim mektubu ateşin ölgün ışığında okumaya başladı. Onu dikkatle okuyup katladı ve geleneğe uyarak saygısını belirtmek üzere başına koydu. Sonra gülümseyerek bana dönüp:
"Allah uzun ömürler versin ona, Seyyid Ahmed hakkınızda iyi şeyler yazıyor. Bize yardıma hazırmışsınız. Fakat bilmiyorum ki, bize kerem sahibi o kudretli Allah'tan başka kimsenin yardımı ulaşabilir mi bundan böyle? Gerçekten biz artık bize verilen vâdenin sonuna geldik gibi...."

"Fakat yine de Seyyid Ahmed'in düşündüğü bu plân mücadele için yeni bir başlangıç olamaz mı?" diye söze karıştım; "Yeterli destek sağlanır ve Kufra harekâtın merkezi olarak kullanılırsa İtalyanlar durdurulabilir belki de."

Seydi Ömer şimdiye kadar kimsede rastlamadığım acı bir tebessümle "Kufra...?" dedi, "Kufra, iki hafta önce İtalyanların eline geçti..." Donup kalmıştım. Seyyid Ahmed'le üzerinde haftalarca durduğumuz plân, Kufra'nın mücadelenin yeni atılım için emin bir üs olabileceği fikrine dayanıyordu oysa. Kufra da elden çıktıktan sonra mücahidlerin elinde kala kala korunmasız Cebel Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında, her gün adım adım elden çıkıyor, yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember giderek daralıyordu. "Kufra nasıl düştü?"

Seydi Ömer yorgun bir hareketle adamlarından birini yanına çağırdı: "Hikâyeyi o anlatsın size. Kufra katliamından kurtulan birkaç kişiden biridir kendisi. Daha dün geldi yanıma." Kufra'dan gelen adam, bornozunun eteklerini toplayarak bağdaş kurup oturdu. Ağır ağır konuşuyordu; sesinde en ufak bir heyecan belirtisi yoktu. Zayıf, kavruk yüzü şahit olduğu vahşetin aynısı gibiydi.

"Üç ayrı yönden, üç ayrı birlikle üzerimize saldırdılar, tanklar ve ağır toplarla... Uçaklar alçaktan uçuyor, evleri, camileri, hurmalıkları bombalıyordu. Eli silâh tutan sadece birkaç yüz kişiydik biz. Geri kalan kadın, çocuk ve yaşlı insanlardı. Şehri ev ev, sokak sokak savunmaya çalıştık; ama sonunda El-Havari köyünde kısılıp kaldık. Tüfeklerimiz tanklarla zırhlı kamyonlara kâr etmiyordu. Onun için bizi ezip geçmeleri fazla vakit almadı, ancak birkaçımız kurtulabildik. Ben kendimi hurmalıklara atıp, İtalyan hatlarını aşmak için fırsat kolladım. Orada yüzü koyun uzanmış yatarken İtalyan askerlerinin kirlettiği kadınların çığlıklarını duymamak için kulaklarımı kapatıyordum. Ertesi sabah yaşlı bir kadın bana ekmek ve su getirdi. Aynı kadın bana, İtalyan generalinin sağ kalan halkı Seyyid Muhammed el-Mehdi'nin kabri başında topladığını ve onların gözleri önünde Kur'ân-ı Kerîm'i paramparça edip ayaklarının altında çiğneyerek 'Haydi, çağırın da bedevî Peygamberiniz yardımınıza gelsin!' diye bağırdığını anlattı. Sonra aynı general, vahadaki bütün hurma ağaçlarının kesilmesini, kuyuların yakılmasını emretmiş. Ertesi gün de şehrin ileri gelen âlimlerinden birkaçını bir uçağa bindirmişler ve uçak havalandıktan sonra aşağı atmışlar. İkinci gece, saklandığım yerden yine kadın çığlıkları ve askerlerin kahkahaları arasında tüfek patlamalarını işittim. Gece yarısına kadar sürdü bu; kirlettikleri kadınları katlediyorlardı. Gece karanlığında sürünerek saklandığım yerden çıktım ve çölün yolunu tuttum; bir süre gittikten sonra yolda başıboş bir deve buldum ve ona binip buraya geldim..."

Kufralı adam sözlerini bitirince Seydi Ömer beni nezaketle kendine çekti ve tekrarladı: "Sen de görüyorsun ya evlât, gerçekten bize tanınan vâdenin sonuna gelmişiz." Ve gözlerime bakarak, içimden geçenleri okurmuşçasına ekledi: "Savaşıyoruz, çünkü düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya, ya da bu uğurda ölünceye kadar imanımız ve hürriyetimiz için savaşmak zorundayız. Başka yolu yok. Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır'a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım."

Karanlık göğün bir yerinden boğuk bir motor sesi işitildi. Biri hemen davranıp ateşin üzerine kum attı. Yukarıda karartı halinde görülen uçak gittikçe alçalan bir uçuşla üzerimizden geçerek doğuya doğru uzaklaştı.

"Ama henüz imkân varken," diye atıldım, "sen ve mücahidler Mısır'a geçseniz daha iyi olmaz mı? Mısır'da Sireneykalı mültecileri bir araya toplayıp daha müessir bir kuvvet oluşturmamız da pekalâ mümkün. Halkın kendini toparlaması için mücadeleye bir süre ara verilebilir ve verilmelidir de... Eminim, Mısır'da İngilizler de İtalyanların böyle koltuklarının dibinde güçlü bir durumda olmalarını istemez ve Allah bilir ya, onları düşman olarak görmediğinize inandırırsanız belki Mısır'da yapacağınız hazırlık çalışmalarına da göz yumabilirler."

"Yoo, evlât, yoo, bunun için artık çok geç. İngilizlere gelince, onlar Mısır halkına da ışık tutabilecek bir istiklâl harbinin Libya'da zaferle bitmesine asla göz yummak istemezler. Bizim için parmaklarını oynatmaz İngilizler. İtalyanlar ise artık bu işi bitirmeye ve gelecekteki bütün mukavemet imkânlarını şimdiden yok etmeye kararlılar. Ben ve adamlarım Mısır'a gidecek olsak bir daha buralara dönemeyiz. Öyleyse halkımı nasıl terkederim, Allah'ın düşmanları onların canına okurken nasıl başsız bırakırım onları?!"...

Uzun hürriyet savaşının kaçınılmaz neticesi hakkında benimle konuşurken, Seydi Ömer'in sesinde vakar vardı, umutsuzluk ve keder değil. Kendisini mutlak bir ölümün beklediğini biliyordu. Ölümü aramıyor, ama ondan da kaçmıyordu. Ve eminim, kendisini nasıl bir ölümün beklediğini bilseydi bile, yine ondan kaçmaya çalışmayacaktı. İnsanın, nereye giderse gitsin, kendi kaderini de beraber götürdüğünün farkındaydı...

Seydi Ömer'in adamlarından biri, beze sarılı bir tomar hurma koydu önümüze ve bizi bu basit sofraya dâvet etti. Biz hurma yerken yaşlı cengâver doğrulup: "Artık gitme vakti geldi kardeşler. Günün doğuşunu burada karşılamayacak kadar yakınız Bu-Sfayya'daki İtalyan karakoluna."

Seydi Ömer'in arkasından atlarımızı sürdük. Öteki adamlar yaya olarak geliyorlardı. Boğazdan çıkınca, Seydi Ömer'in maiyetinin sandığımdan da kalabalık olduğunu gördüm: Kayaların ya da ağaçların ardından süzülüp çıkan karanlık gölgeler birbiri ardından bize katıldılar. Dışardan bakan biri çevremizde otuz-kırk adamın bulunduğunu tahmin edemezdi, çünkü mücahidler ağaçtan ağaca, kayadan kayaya temkinli, sessiz adımlarla ilerliyordu.

Şafaktan önce vardık Ömer Muhtar'ın ana kampına. Kampta iki yüzü aşkın mücahid vardı. Kuytu, daracık bir boğazda kurulmuştu kamp; kayaların dibinde küçük ateşler yakılmıştı. Bazıları uzanmış yatıyorlardı; bazıları da şafağın ilk ışıkları altında kımıldanan belli belirsiz karartılar halinde dolaşıyor, abdest alıyor, su taşıyor, yemek hazırlıyor ya da ötede beride ağaçlara bağlı atların bakımıyla uğraşıyor, kamp hayatının günlük işlerini yoluna koyuyorlardı. Hemen hepsinin üzerinde eski giysiler vardı; ne o zaman, ne de daha sonra, mücahidler arasında yamasız, kadidi çıkmamış bir card ya da bornoz giyen birini görmedim. İçlerinden çoğu şurasında burasında sargı taşıyordu; bu onların yakınlarda düşmanla karşılaştıklarını gösteriyordu...

Seydi Ömer'le iki gece bir gündüz boyunca mücahidlerle hangi yollardan işe yarar ve düzenli bir yardımın ulaştırılabileceğini görüştük (Bu arada kampın yeri değişmişti). Hâlen Mısır'dan yetersiz bir yardım geliyordu... Seydi Ömerle, erzak nakil yolu için en uygun alternatifin benim geldiğim yol olduğu ve Mısır vahaları Bahriyya, Farafya ve Siva'da gizli depoların oluşturulması gerektiği konusunda görüş birliğine vardık. Fakat o bu plânın bile İtalyanların gözünden uzun süre saklanabileceğinden emin değildi.

(Seydi Ömer haklıydı. Birkaç ay sonra bu yolla gönderilen bir yardım kervanı Cağbub'la Calu arasında İtalyan saldırısına uğradı. Bunun üzerine İtalyanlar Bir-Tarfavi'de, iki vahanın ortasında müstahkem bir karakol kurup bölgeye devriye birlikleri gönderdiler. Böylece, bu yoldan ikmâl sağlamak, artık son derece tehlikeli bir hâl aldı.)

Yapacak birşey kalmamıştı. Batı'ya doğru katettiğimiz uzun ve yorucu yolu izleyerek geri dönmeyi pek gözüme kestiremediğim için, Seydi Ömer'e izlenebilecek daha kısa bir yolun olup olmadığını sordum. Vardı, ama tehlikeliydi... Zeyd ile ben, bir daha hiç görüşmemek üzere Ömer Muhtar'la vedalaştık. Ömer Muhtar, sekiz aya varmadı, son kurşununa kadar savaşarak İtalyanlar'a esir düştü ve asılarak şehid edildi.

Hâdiseyi Seyyid Muhammed ez-Zuvay ve diğer bazı kaynaklar şöyle anlatıyor: "Onun asılmasını emreden General Graziani'ydi. Seydi Ömer ve yanındaki bazı mücahîdler,
Çöl ve Zâviyeler
Bu mücahede zemininde, olabilecek birçok menfî şart biraraya gelmiştir. Coğrafya ve iklimin zorluğu, su ve gıda azlığı, sıkça yer değiştirme mecburiyeti, silâh yetersizliği, buna karşılık düşmanın silâh üstünlüğü, kitle imha silâhlarına sahip oluşu ve zâlimane tavrı (savaş hukukunu hiçe sayışı) vd. Bütün bunlar gözönüne alındığında, Ömer Muhtar ve arkadaşlarının ortaya koyduğu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Coğrafya ve iklim şartlarındaki zorluklarla, ayrıca bölge insanının iman ve eğitim altyapısıyla ilgili olarak, 1890'lardan 1908'e kadar o bölgede kalan ve Senusîleri yakından tanıyan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi önemli tespitlerde bulunur; sahildeki Trablus'tan çölün içlerine, Fîzan'a gidecek bir yolcunun 30-40 gün, bir devecinin güdümündeki deveyle seyahat etmek zorunda olduğunu, yolculuğun ilk haftasından sonra, "serir" tâbir edilen dehşetli çöllerin başladığını, 60-70 dereceyi bulan hararetin seyyahı ve deveciyi canından bezdirdiğini belirtir: "Her tarafta kasvet saçan, kirli sarı bir renk; hayattan hiçbir eser yok... Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Mânâsız bir yeis idrakini kaplar. Ateşler içindeki boğazını, gar-gar testisindeki ılık suyla söndürmeye çalışır. Hayvanların en gayretlisi olan, kanının son damlasına kadar insanların hizmetinden feragat etmeyen devenin adımları seyrekleşir... Deveci bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati bir inleyiş içinde Rabb-i Rahîm'e arzeder... Mübarek hayvan bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere mâruz kaldığını pek güzel anlar. Mânâ maddeye, ruh cesede galebe eder. Üç-beş adım daha atmaya takati kalmayan hayvanda yeni bir faaliyet, şâyân-ı hayret bir gayret görülür... Ümit ye'se, hayat memata galebe eder. Adımlar sıklaşır; hayvancağız bu mihnet denizinden, bir selâmet ve rahat limanına varabilmek için çalışmaktan başka çare kalmadığını takdir eder. Deveci okur: Develeri dövmeyiniz! / Onlar kendileri giderler. / İşte zâten yaklaştık. / Yiyecek, içecek bulacağız.

Deveci, ekseriyetle kendiliğinden doğan şiirin her kıtasından sonra "hayyâ, hâ!" gibi teşvikat sarfeder. Saatlerce daha gidilir, deveci de teselliye muhtaç bir hâle girer. Bu defa kendi mâneviyâtını takviye için kaside okur. Bitirdiğinde elini başına götürüp 'Ya Seyyidî Abdûsselâm!" diye istimdat eder ve Nebiyy-i Zîşân'a selâm gönderir. Bu kaside, Arusîye pirlerinden Abdûsselâm el-Esmerî Feyturî Hazretleri’nindir. Mânâsı kısaca şudur: 'Müride nasihat ederim, sözümü anlamalıdır. Büyük azim sahibi olmalıdır; tâ ki kazanıp merâmına nâil olsun. Nâsın hayrete düştüğü gün (mahşerde) beni bayrağımı dikmiş bulurlar. Kuru kemikleri ihya eden Rabbim sözümün doğruluğuna şâhittir ki, yevm-i kıyamette bile mürîdimi bırakmam. Sana kötülük gelemez. 'Ya Abdûsselâm!' diye beni çağır. Havz-ı Resûlullah'a vâsıl olduğumuzda fukaraya su veririm.' Bu ve emsali kasideler, mihnetkeşlerin elem yüklerini hafifletir, kalblerinde ümit ve tesellînin yeşermesine vesile olur.

Siyasi musîbetler ve tabiî zorluklardan pek bedbaht olan ekser-i ahali, şiddet ve belâların amansız hücumuyla zebun kaldıkça, anne kucağına iltica eden bir masum gibi, zaviyeye gider, müteselli ve metin olarak döner."

Filibeli Ahmed Hilmi, Kuzey Afrika'da yaygın olarak Senûsîye, Arûsîye, İsevîye, Şâzelîye, Kadîriye, Tayyibîye, Ticanîye ve Rufaîye'nin görüldüğünü, tedrîsat hususunda hepsinin usulünün bir olduğunu belirtir: "5-6 yaşına vâsıl olan bir çocuk, bir tahta parçası, biraz beyaz toprak (tebeşir), bir hokka, bir beyaz kamış kalem alıp, 'Mahzara' nâmı verilen mektebe gider. Bu mektepler zâviyelere bitişik büyücek birer odadan ibarettir. Bazı zâviyelerde ayrıca odalar bulunmaz, talebe bizim 'semaathâne' ismini verdiğimiz zikir yerinde ders okur. Çocuk muallimin yanına gider. Muallim, üzerine tebeşir sürülerek beyazlatılmış olan tahtaya Besmele'yi ve Fâtiha'nın ilk âyetini yazar ve bunu çocuğa tekrar tekrar okur... Akşam üzeri çocuklar, birer birer gelip hocanın önünde, ezberledikleri âyetleri okurlar. Âyet hıfzedildikten sonra, tahta silinir, kurutulur. Üzerine tebeşir sürülür. Hoca ondan sonraki âyeti yazar. Çocuk bu usulle Kur'ân'ı hıfzeder. Kur'ân'ın üçte birini hıfzeden çocuklar ezberleyecekleri sûreleri bizzat yazmaya muktedir olurlar... Bu usulün zarûri ve tabiî neticesi olarak, mektebi bitiren bir talebe ekseriyetle hâfız-ı Kur'ân olur. En anlayışsızı bile Kur'ân'ın yarısını ezberden okuyabilir. Usul-i tedrîs bu derece müşkül iken, oralarda okuyup yazmak bilmeyenler yüzde onu geçmez. Burası şâyân-ı hayrettir. Bu derece gayretli, bu kadar zeki bir halkın nelere muktedir olabileceğini takdir edebilen bir İslâm mütefekkiri bu halkın mahrumiyet ve rehbersizlik yüzünden dûçar olduğu sefaletleri tahattur ederek kalbinin kanadığını hisseder.

Senûsîler ehemmiyet-i mahsusalarını, yüklendikleri gayelerin büyüklüğünü takdir eder, okur, fikirlerinin merkezîliğine ehemmiyet verir, ve şahsın cemiyete fedâsını lâzım görürler... Şimal-i Afrika'nın mukadderatı, Senûsîlerle pek ziyade alâkadardır."


Resulullah'ın (sas) sahabelerinden Seydi Rafi Hazretleri’nin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların tuttuğu bölgenin içerisindeydiler. İtalyanlar her nasılsa onların varlığından haberdâr oldu, ve 11 Eylül 1931 günü vâdiyi her taraftan çok sayıda kuvvetle kuşattı. Sayıları elli kadar olan mücahidler sonuna kadar çarpıştılar, öyle ki, sonunda sadece Ömer Muhtar ve birkaç mücahid sağ kaldı. Son anda Ömer Muhtar'ın atı vurulup yıkıldı; ama Ömer Muhtar kendini toparlayıp ateşe devam etti, tâ ki elinden yaralanıncaya kadar. Fakat bu da onu yıldırmadı, tüfeği öteki eline alıp cephanesi bitinceye kadar ateşi sürdürdü. Artık yapacak birşeyi kalmayınca İtalyanlar üzerine çullanıp esir aldılar. Önce Ömer Muhtar olduğunu anlayamadılar. Ancak kimliğini açıklayınca, elini kolunu bağlayarak önce Sûse'ye, ertesi gün bir destroyerle Bingazi'ye 60 km mesafedeki es-Sulûk'a götürüp hapsettiler. Haber Trablus ve Roma'ya hemen bildirildi ve her yere duyuruldu. Derhal göstermelik bir mahkeme düzenlenerek idam edilmesine dair emir verildi. Dört gün sonra sûreta yargılanacağı mahkemeden önce İtalya'nın Libya Genel Kumandanı Graziani'nin önüne çıkardılar. Aralarında şu muhavere geçti:
— Neden böyle şiddetle İtalyan hükümeti ve ordusuna karşı durmadan savaştın?
— Dinim ve vatanım için.
— Peki varmak istediğin hedef ne idi?
— Sadece sizi topraklarımdan kovmaktı hedefim. Zîrâ siz gasbedici bir kuvvetsiniz. Savaşa gelince, böyle durumlarda yani ülkemiz işgal edilince bu bizim için farzdır. Zafer ise Allah'ın elinde olan bir şey...
— Sen Senusilik için mi savaşıyorsun?
— Sen böyle düşünebilirsin. Ancak ben size karşı sadece dinim ve vatanım için savaşıyorum. Yoksa, mesele zannettiğin gibi basit değil.
— Sen kaç gün içinde mücahidlere seslenip de savaştan vazgeçerek silâhlarını teslim edip bize boyun eğmelerini sağlayabilirsin?
— Bu hususta birşey yapmama imkân yoktur. Biz daha evvel, kanımızın son damlasına kadar savaşacağımıza ve son ferdimize kadar silâhı elden bırakmayacağımıza yemin ettik. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, ben size esir düşerken silâhımı bırakarak teslim olmuş değilim. Beni siz zorla yakalayıp esir ettiniz.

Graziani ona son olarak şöyle sordu: 'Ne dersin, İtalyan Hükümeti, büyük alicenaplığını takınarak senin hayatını bağışlarsa, hayatının geri kalan yıllarını huzur ve barış içinde geçireceğine söz verebilir misin?' Ömer Muhtar bu soruya şöyle cevap verdi: 'Vallahi, sizler memleketimden çekip gidinceye kadar seninle ve senin güruhunla savaşmaktan bir an bile vazgeçmeyeceğim. Bu uğurda ölümse akıbet, hoş geldi safa geldi... Ve insanın kalbindekini bilen Cenab-ı Hakk'a yemin ederim ki, şu anda ellerim bağlı olmasaydı, bu yaşlı ve bitkin halimle bile, çıplak ellerimle seninle boğuşmakta bir an bile tereddüt etmezdim.' Bunun üzerine Graziani bir kahkaha attı ve Seydi Ömer'in 15 Eylül 1931'de Sulûk çarşısında asılmasını emretti. Dediği gibi de yaptılar. Binlerce kadın erkek Müslümanı hapsedildikleri kamplardan getirterek, liderlerinin asılmasını seyretmek zorunda bıraktılar..." Kurşuna dizmek, düşman da olsa o kişinin asaletini teslim etmek mânâsına geldiğinden, buna yanaşmayan Graziani âdi suçlulara uygulanan darağacında idamı reva görmüştü ona. Fakat esas hükmü tarih verecekti.
Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgale uğramış vatanlarını, namuslarını ve nesillerini kurtarma mücadelesi verdiler. Saygısız ve saldırgan bir güruha karşı, imtihan dünyasında imanlarının gereğini yerine getirip, ellerinde kalan tek emanet durumundaki canlarıyla mücahede ettiler. Sebeplerin tükendiği anda da bir yandan Yaratıcı'ya iltica ettiler, bir yandan da mücadeleye devam. Ve sonunda severek O'na yürüdüler. Hayatın hakkını vermek bu olsa gerekti.
O tip işgallere bugün seyrek rastlanıyor. Bizler ise, işgal ve işgalciden ne anlıyorsak, bugün bunların daha sinsi, dolayısıyla daha tehlikeli olanlarıyla karşı karşıyayız. Bu yeni tip işgallerin özelliği bizlerde metafizik gerilim oluşmasına fırsat vermeyecek kadar hileli ve sinsi olması; içimizden, aramızdan, bizden gözükmesi; herşeyi mâsumane yapıyor intibaı vermesi; vatan, iman ve namus gibi değerleri alay konusu yapması; ciddiyetten rahatsızlık duyması, bize rehaveti telkin etmesi... Fakat, "millet" olma, yani "hür" ve "kendi" kalabilmenin hayat kadar, hatta ondan da önemli olduğunu unutmamak için bu gibi mücadeleleri hatırlamak gerekiyor. Bugün bizim için Ömer Muhtar'ın mücadelesi, sonunun nasıl bittiği kadar, hangi şartlarda, hangi inanç ve iradeyle yürütüldüğü açısından da dikkatle üzerinde durmayı gerektiriyor. Bugün, geçmiştekine göre rahat şartlar ve geniş imkânlar altında yaşayan bizlerin metafizik gerilimimizi korumamız, ruhumuzun hayatîyeti açısından şart. 70 yaşının üstünde, yorgun, yaralı, gıdasız kalmış bedeniyle hayatını ortaya koyan Ömer Muhtar'ı ayakta tutan da imanlı ruhuydu.
Yazımızı, bir ilim, tefekkür ve dava insanının şu tesbitleriyle noktalayalım: "İnsanlar arasında çok cüz'i şeylerle satın alınabilecek kadar ucuz olanları bulunduğu gibi, dünyalar dolusu altın ve elmaslarla satın alınamayacak kadar pahalı olanları da vardır. Milletleri yükselten de, işte bu ikinci kısımda olanlardır. Pahalı insanlar, yağmur yüklü bulutlar gibi, hep yüksek ideal ve faziletlerle yüklüdürler. Bilinsinler, bilinmesinler, onların geçtikleri yerler arkalarından yeşerir gider... Ömer Muhtar, İtalyanlara, 'Ben ölüyorum; ebedî var olacağım. Fakat siz, ölümle biteceksiniz.' diyor. Müslüman, hayatını çok pahalıya satar; fâni hayatı verir, bâki hayatı alır."


____________

Kaynaklar
- Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol, İnsan Yayınları, 1998.
- Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, Senûsîler ve Sultan Abdülhamid, Ses Yayınları, 1992.
- Ahmet Ağırakça, Ömer Muhtar, Beyan Yayınları, 1994.

[SES]http://www.sizinti.com.tr/dosyalar/sesler/64kbps/316/1005.mp3[/SES]