“Lezbiyen görünmezliği” başlı başına bir konudur. “Eşcinsel” kelimesi kullanılarak kurulan cümleler çoğu zaman kadın eşcinselleri anımsatmaz bile. İşte bu, lezbiyen görünmezliğinin bir sonucudur. Eşcinsellerden bahsederken, söylemimizin kadınlar ve erkekler için geçerli olup olmadığına dikkat etmemiz, geçerli olmadığı noktalarda hangi cinsiyetten bahsettiğimizi özellikle belirtmemiz gerekir. Bahsedilen konular her iki cins için de geçerli değilse, farklar nedir, nereden kaynaklanıyor diye bakmak ve açıklamak sorumluluğu doğar.

Lezbiyen görünmezliği konusu bende çelişik duygular uyandırıyor. Bir yandan bu başlık, kişisel olarak kendimi yeryüzünde yaşayan tek lezbiyen zannettiğim yıllarımdan şimdiye uzanan kara bulut gibi durduğu ve bu durumdaki milyonlarca kadının toplum içinde nefessiz kalarak yaşayışı hakkında olduğu için, çoğunlukla acıların çağrısı kulağımı tırmalıyor ve güçlük çekiyorum. Öte yandan, konuyu derinlemesine incelemenin doğrudan doğruya görünmezliğe karşı yerinde ve gerçekçi bir mücadelenin parçası olması, sorumluluğumu doğru bir şekilde yerine getirdiğim konusunda beni ikna ediyor. Fakat bu konu hakkında düşünmek ve konuşmak, görünmezliğinin toplumsal yaşamdan tecrit ettiği tüm lezbiyenlerde yarattığı olumsuz duygulardan kurtulmak için gerekli.

Görünmezlik, bir toplumsal grubun ya da gerçekliğin, toplum içinde ifade kanallarının çeşitli nedenlerle tıkalı olması yüzünden kendini ifade edememesi ve olduğu haliyle toplumsal bellekte yer bulamaması olarak tanımlanabilir. İçinde yaşadığımız toplumda, görünmeyenler, yani varken yok sandıklarımız/yok saydıklarımız sadece lezbiyenler değiller elbette. Bir bütün olarak kadınların veya başka toplumsal grupların görünmezliğinden de bahsedebiliriz. Ancak herbir görünmezlik durumunun oluşmasında ve beslenmesinde farklı toplumsal mekanizmalar rol oynadığı için, herhangi bir toplumsal görünmezliği anlamadan, onun kendine özgü oluşum ve beslenme koşullarına bakmadan görünmezliğin aşılması yönünde yöntem ve strateji belirleyemeyiz.

“Lezbiyen” kelimesini kullanırken ne kastettiğim konusunda açıklayıcı olmam gerekiyor. Çünkü bu kelimeyi alıştığımızdan daha geniş bir kapsamda kullanıyorum. Cinsel yönelimlerimizi tanımlayan bu tip kelimeleri (lezbiyen, gey, biseksüel), cinsel yönelimlerin birini (yani heteroseksüelliği) merkeze alıp, diğerlerini dışlayan, yok etmeye çalışan heteroseksizmden bağımsız tanımlayamayız. Heteroseksizmin var ettiği toplumsal koşulları gündemimize almadan lezbiyen kelimesinin içeriğini dolduramayız. Heteroseksizm, heteroseksüel ırkçılığı olarak da ifade edilebilecek bir ideolojik sistem. Toplumun bütün kurumlarının tüm kadınların ve erkeklerin heteroseksüel olduklarını varsayması, dayatması; olmadığı durumlarda da her tür dışlama mekanizmasını işleterek onları yok etmesi, en iyi ihtimalle küçük düşürmesine neden olan ideolojik sistem. Kadınla erkek arasındaki cinsel ve duygusal birlikteliğin sürekliliğini sağlayarak ve bunu bütün insanlara dayatarak, kadın ve erkek arasındaki iktidar ilişkisi çerçevesinde şekillenen toplumsal cinsiyetin devamlılığını sağlayan, onun garantörlüğünü yapan ideolojik sistem. Cinsel yönelimler her anlamda heteroseksizmin kuşatması altında varoldukları için cinsel yönelimlerimizi ifade eden kelimelerin anlamlarını da heteroseksizmden bağımsız ele alamayız. Bu durumda lezbiyen kelimesi, aslında, “cinsel ve duygusal anlamda sadece hemcinslerine ilgi duyan kadın” anlamına gelirken, ben kendisini lezbiyen ya da biseksüel olarak tanımlayan kadınların yanı sıra, kendisini lezbiyen olarak tanımlamasa bile yaşamının herhangi bir anında hemcinslerine ilgi duyduğundan şüphelenmiş bütün kadınları kapsayan içeriğe sahip olması gerektiğini düşünüyorum. Bizi lezbiyenliği bir kimlik olarak tanımak zorunda bırakan şey, cinsiyetler arası keskin ayrımlar yapan, toplumsal cinsiyeti biyolojik cinsiyete bağlayan ve bunun bir sonucu olarak da cinsel yönelimleri biyolojik cinsiyet üzerinden tanımlayan heteroseksizm ve ataerkilliktir. Dolayısıyla lezbiyenlik, kadın olarak kiminle seviştiğimiz üzerinden değil, cinsel yönelimimizden dolayı diğer kadınlardan farklı olarak yaşadığımız baskı ve dışlamalar bütünü çerçevesinde tanımlanmalıdır. Kadınlar erkeklere olan ilgileri dolayısıyla suçlu değillerken, kadınlara olan ilgileri dolayısıyla suçludurlar. O zaman başkaları ile paylaşmasak bile toplumun bizi suçladığını bildiğimiz duygulara kapıldıysak, bununla baş etme yollarını aradıysak ve çözüm olarak da duygularımızın inkârını veya kabulünü (ki hiç fark etmez) tercih ettiysek biz lezbiyeniz. Aynı zamanda erkeklerden hoşlanıyor da olsak, heteroseksizmin kabullenemediği duygularımızla biz lezbiyeniz. Nasıl kadın, ataerkil toplum içinde yaşamak zorunda kaldıklarıyla kadınsa, biz de kimliğimizi sahiplenip sahiplenmediğimize bakılmaksızın lezbiyeniz. Yani ben lezbiyen kelimesinin içeriğini, dışlanma anı üzerinden dolduruyorum.

Erkek eşcinseller de heteroseksizm dolayısıyla bir toplumsal tecrit içerisinde yaşarlarken, lezbiyenler cinsiyetleri dolayısıyla görünmezliği daha farklı niteliklerde ve şiddette yaşarlar. Ataerkillik dolayısıyla, “insan” kelimesinin içeriği bile “erkek insan”la dolduruluyorken, eşcinsel kelimesi de her zaman aklımıza bin bir çeşit yalanla beraber erkek eşcinselleri getirir: Eşcinsel yumuşaktır, ama erkektir. Eşcinsel güvenilmezdir, ama erkektir. Eşcinsel sekse düşkündür, ama erkektir. Eşcinsel çocuk tacizcisidir, ama erkektir. Eşcinsel sanatçı ruhludur, ama erkektir... Toplumun iletişim kanallarından biz eşcinsellere dair gelen mesajlardan kimileri bunlar değil mi? Eşcinseller arasında kadınlar yoktur. Kadınları aramamız gerekir. Elbette erkek eşcinselleri de aramamız gerekir. Toplumu küçük çakıl taşlarından ibaret bir yapı olarak ele alırsak, biz eşcinseller bir avuç içerisinden bu toplum üzerine rasgele dağıtılmış kum taneleriyiz. Birbirimizden haberimiz olmadan yaşıyoruz. Tehdit altında olduğumuz ve kendimizi tek zannettiğimiz için çakıl taşı taklidi yapmak zorunda kalıp, diğerlerinin de bizden habersiz olmalarına katkıda bulunarak yaşıyoruz. Erkek eşcinsellerin müthiş bir toplumsal görünürlüğü olduğunu söylemek yalan olur bu nedenle. Ama son on yıldır yavaş yavaş açığa çıkmaya başlayan pek çok erkek eşcinsel için kendini tanımaya ve anlamlandırmaya başladığı yıllar “bir Zeki Müren bir ben” sendromu ile geçmişken, kadın eşcinsellerin “bir ben” noktasını aşma olanakları olmadığı da bir gerçek. Elbette tekil olarak bir komşu ya da akraba kadın hakkında, onu bir sis perdesi ile sarmalayacak sözler duymuş olabiliriz, şanslıysak. Ama bu sis perdesinin arkasında ne var? Her an dışarı fırlayabilecek bir canavar mı, yoksa bir olanaksızlık, bir hayal mi? Yeraltı dünyasının saklı ve hastalıklı yaratıkları mı? Yoksa toplumun içinde yaşamın demirbaşları olmamıza, toplumun her yerinde varolan sıradan insanlar olmamıza rağmen lânetlendiğimiz ve kendi görünmezliğimiz ile sarmalanmış bizler mi?

Türkiye’de kurulan ancak uzun ömürlü olmayan ilk lezbiyen grubu Venüs’ün Kız Kardeşleri’nin çıkış bildirgesinden: “Bu ağır perdeyi biraz olsun aralamak, biraz gün ışığı almak. Tozların, sislerin ve nice perdelerin arkasındaki öteki kız kardeşlerimizin sesini duymak, varlığını bilmek; onlarla tanışmak, tartışmak ve konuşmak istiyoruz.”

Erkek eşcinseller, onlarca yıldır çakıl tanesi taklidi yaparak yaşarlarken, evlerinin dışında taklit yapmak zorunda olmadıkları mekânlar bulabiliyorlardı. Hamamlar, barlar, parklar, sinemalar... Bunlar yeterli veya çok iyi olanaklar değiller elbette. Kamusal alanın küçük, karanlık gizlenme mekânları. Ama erkek eşcinseller toplum içerisindeki bu dehlizler sayesinde diğerlerini arayıp bularak, yalnız olmadıklarını görebiliyorlar. Muhakkak oralara ulaşana kadar ne korkular ve umutsuzluklar yaşıyorlar; muhakkak oralarda aradıkları her şeyi bulamıyorlar. Ama yalnız olmadıklarını biliyorlar. Lezbiyenler ise bunu bile bilmiyorlar.

İnsanların hemcinsine karşı hissettiği duyguların toplum içerisinde asimile edilmesinin nedeninin, eşcinselliğin, erkeğin kadın üzerindeki iktidarına oyun bozanlık yaparak engel olan, böylece ataerkilliğin kendini geliştirme ve yeniden örgütleme süreçlerine her zaman darbe olmasa da ciddi fiskeler vuran özelliği olduğunu biliyoruz. Ciddi bir iktidar alanı olan cinselliğin etrafında örülen eşcinsellik, bundan nasibini alıyor elbet. Erkek eşcinseller toplum nezdinde erkeklerin kadınlaşmasına, düşkünleşmesine, dolayısıyla kaybetmelerine neden oluyorlar. Peki ya kadın eşcinseller? Erkeğin kadına üstünlüğüne dayanan, erkeği iyi, kadını ise ancak birlikte olduğu erkek kadar iyi diye tanımlayan bu sistem içerisinde heteroseksüelliğin hiç aksamadan dayatılması, lezbiyenliğin de hiç aksamadan bastırılması kaçınılmaz değil mi?

Cinsellik erkeğin arzuladığı, kadının da arzulandığı bir alan. Lezbiyen görünürlüğü ise kadının cinsel arzudan muaf olmadığını açık etmesinden geçmekte. Erkekler, kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdikleri kültürel cinsellik alanında kadının kadına cinsel arzusunu fantezi kavramına sıkıştırmış durumdalar. Erkekler arasında elden ele gezen porno kasetler ve dergilerde lezbiyenlik fantezi düzeyinde elle tutulur bir gerçeklikken, bu tahribat, kadınların yaşamında lezbiyenliklerini olumlayamamaları ile sonuçlanıyor. Yaygın inanışa dayanarak, lezbiyenlik, kadınların doğru erkeği bulana kadar yaşayacakları geçici, fantezi bir evre olarak anlamlandırılıyor. Lezbiyen olmak sadece cinselliğe değil, aynı zamanda fantezi dünyasına ait bir cinselliğe mahkum ediliyor.

Kadın bedeni ayıbın, yasağın, günahın sembolü. Kadının cinsel uyarılması, hele ki başka bir kadın tarafından uyarılması normal dışı. Çünkü bu rol erkeğe atfedilmiş. Bunun altında erkeğin, kadının cinsel etkinliğini denetim altına alıp onu sadece ev kölesi değil aynı zamanda cinsel köle olarak da maiyetinde tutabilmesi yatıyor.

Kadının babadan kocaya teslimini, dolayısıyla kadının cinselliğinin toplumsal denetim altında kalmasını garantileyen namus kavramını incelemeden lezbiyen görünmezliğini anlayamayız. Namus kavramı kadını hareketsizleştirir, edilgenleştirir, korkutur, güçsüz olduğuna inandırır. Bir yere kadar, kadınlar olarak, gerçekten de cinsel saldırıya açık bir şekilde yaşadığımız bu toplumda kendimizi korumak adına başkalarının korumasına muhtaç kalır ve karşımızdakinin insafına göre yaşarız. Kadınlar olarak erkeklerin insiyatifinde ve insafında yaşamaya alışmış olmamız, birbirimize ulaşmamızda ve birbirimizle ilişkilenmemizde ciddi bir engel olarak kendini gösterir.

Lezbiyen görünmezliği, lezbiyenlerin açılmalarının önünde esaslı bir engel olarak kendini sürekli yeniden üretiyor. Çünkü tek tek lezbiyenler, erkeğin ihtiyaçlarına göre ve erkekler tarafından yaratılmış toplumsal kurumlar tarafından sarmalandıkları yaşamlar içerisinde varoluşlarını kendilerine bile kanıtlamak için hiçbir toplumsal dayanak bulamıyorlar. Dışlanma, olanaksız bırakılma, fiziksel ve cinsel şiddet gibi tehditleri kendilerinden aldıkları güçle göze alıp açığa çıktıkları noktalarda bu şiddet türlerine karşı yalnız kalıyorlar.

Görünmezlik her şeyi zorlaştırıyor. Zaman akıp gidiyor, ama biz görünmemeye devam ediyoruz. Görünmezlik nedeniyle biz lezbiyenlere dair gerçek bilginin akışı engelleniyor. Bilginin dolaşımının engellenmesi, toplumun belleğinde lezbiyenlere dair bir gerçeklik tasavvurunun oluşmamasına, toplumun bilgi kanallarının bu anlamda sürekli kirli kalmasına neden oluyor.

Bir kadın heteroseksüel olmadığını fark ettiğinde gözlerini nereye çevirmeli, ne tarafa bakmalı? Son on yılın örgütlenme çabaları olmasa, Türkiye’de lezbiyenler birbirlerinin oturma odalarından daha öte buluşma mekânlarından mahrumdular. Hatta kendimize ait bir oturma odasına sahip olmak bile çoğunlukla istemediğimiz evliliklere sürüklendiğimiz, sorgusuzca çocuk doğurmak zorunda kaldığımız ve günden güne yoksullaştığımız, veya kendimizi gizlediğimiz ailemiz veya arkadaşlarımızla aynı evde yaşadığımız için lüks kaçıyor. Özel alan bu durumdayken, kamusal alan denen ve binlerce yıldır biz kadınlara kapalı kalmış yerler daha iyi durumda değil elbette. Zaten evdeki erkeğin iktidarının daha da kurumlaşmış hali ile sarmalanmış kamusal alanda kadınların nefes alma olanakları iyice kısıtlanıyor.

Kamusal alanda erkek iktidarının kuşatması ile sarmalanan kadınlar olarak, eşcinsel örgütlenmeler içerisinde de erkeklerle aynı olanaklara sahip olmamanın sonuçlarını yaşıyoruz. 90’ların başından beri gerçekleştirilen toplantılar, etkinlikler, yazılar, vs. göz önüne alındığında üretimin çoğu erkek eşcinseller tarafından erkek eşcinsellerin ihtiyaçlarına göre gerçekleştiriliyor. Yaşanan zorlukları aşmaya dönük bir çıkışı yaratacak kadar bile güçlenemedik yıllardır. Türkiye içerisinde birbirinin varlığından haberdar olma şansına erişmiş eşcinsel erkekler ile kadınların sayısını karşılaştırdığımızda kadın eşcinsellerin içinde bulunduğu toplumsal olanaksızlık kendini gösterecektir. Politikalarımızı üretmek ve eyleme geçmek için beslendiğimiz sosyal alan, erkek eşcinsellerinkine göre oldukça sınırlı. Bunun ağır sonucunu hep birlikte yaşıyoruz. Yeryüzüne çıkarak etkinliklerin yürütüldüğü alanlara geldiğimizde, beklediğimizden daha az kadınla karşılaştığımız için üretimin sürekliliğine katılmak adına daha az motive oluyoruz. “Lezbiyenlerin, lezbiyen yazılarının, lezbiyen etkinliklerinin azlığından” şikâyet etme noktasını aşamıyor, toplumsal bir süreklilik yaratamıyoruz.

Peki lezbiyenler olarak şikâyetten bir adım öteye giderek bu görünmezlik sorunumuzu nasıl aşacağız? Bu sorunun yanıtı aslında tarif açısından oldukça kısa. Antiheteroseksist ve feminist politikalar etrafında örgütlenmeli ve bu çabalarımızı sürekli kılmalıyız. Bunu yaşama geçirmemiz önünde karşımıza çıkan içsel ve dışsal bütün engelleri bir bir sorgulayarak aşmanın yollarını bulmalıyız. Biz lezbiyenler olarak hem ataerkilliğin hem heteroseksizmin boğuculuğu altında yaşadığımız için, hem kadın örgütlerine hem eşcinsel örgütlerine ve bu örgütler arasında doğru temelde kurulmuş ittifaklara ihtiyacımız var.

Heteroseksüel feministler homofobiyi çok da kendi konuları gibi algılamıyorlar; cinsiyetçilik ve homofobinin temelinde aynı şeylerin yattığını göz ardı edebiliyorlar. Heteroseksizm, feministlerin temel gündemlerinden biri haline gelemiyor. Dolayısıyla kendilerini lezbiyenlerin yaşadıkları sorunların çözümü için politika üretme sorumluluğu altında hissetmiyorlar. Zaman zaman toplumdaki egemen yaklaşım hiç aşılamazken, zaman zaman da lezbiyenlik ilginç bulunan, hatta feminizmin son noktası olduğu düşünülerek öykünülen bir kimlik oluyor. Bunda Batı’nın Doğu’ya oryantalist yaklaşımının izleri oldukça açık bir şekilde gözlenebilir. Sorumluluk almak kaçınılmaz hale geldiğinde ise bize hiçbir faydası dokunmayan yüceltme birden bire “neden cinsel yönelimini bu kadar ön plâna çıkarıyorsun” yöntemiyle inkâra kadar varabiliyor.

Eşcinsel örgütlenmelerinde ise geyler erkek dünyası ve erkek imajı ile sarmalanmış halde yaşayıp giderlerken “kadın”ı ve çektikleri acının temelinde aynı şeylerin yattığını göz ardı edebiliyorlar. Antiheteroseksist mücadele feminizmle beslenmediği sürece, mücadele içindeki kadınların varlığı boşlukta sallanan dekoratif öğeler olma halini aşamıyor. Cinsel politika çerçevesinde toplumsal cinsiyet eleştirisi yapıldığı halde, somut politikalarda cinslerin gözümüzdeki meşruiyeti sarsılamıyor. Erkek eşcinsellere dönük antropolojik araştırma nesnesi yaklaşımı eleştirilebilirken, lezbiyenler heteroseksizm ve ataerkillik yok sayılarak bakılabilen bir nesne konumunu aşamıyorlar.

Çözüm için kadın örgütlerinin ve eşcinsel örgütlerinin lezbiyenlerin katılımını sağlamaya çalışmaları, yaşadıkları özgün sorunların tespitine ve çözümüne dair ek gündemler oluşturmaları gerekiyor. Heteroseksizmle mücadele her zaman feminist hareketin bir boyutu olmalı. Lezbiyenler, heteroseksüel kadınlar tarafından ikincil görünürken ve saygı görmezken “kız kardeşlik” söylemi gerçekçi olmayacaktır. Kuralları heteroseksüel feministler tarafından konan bir kız kardeşlik yerine, dönüşümün önünü açacak tarzda çatışma ortamları yaratmalıyız.

Eşcinsel örgütlerinin ise, cinsiyet politikalarında eriştiği olgunluğu sorgulamaya devam etmeleri; feminizmi genel kültürden öte, doğrudan örgütlenme, ideoloji ve politikaların temelini oluşturacak siyasî bir ideoloji olarak ele almaları gerekmektedir. Acil gerekli olan bu değişim, doğrudan doğruya lezbiyenlerin politika ve örgütlenme süreçlerine katılımıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyla, lezbiyenlerin varolan durumun eleştirisinden öte, değişimin önünü açıcı girişimlerde bulunmaları gerekmektedir.

Bu ve benzeri tespitlerden yola çıkarak, ihtiyaç doğrultusunda, Kaos GL’nin içinden doğan lezbiyen feminist grup Sappho’nun Kızları, her ne kadar çalışmalarını süreklileştiremediyse de, oluşması bu konuda atılan önemli adımlardan biri olduğundan, Kasım 1998 çıkış bildirgesinin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Neden varız? Çünkü biz, diğer tanıdığımız veya tanımadığımız benzerlerimiz gibi kırgındık, yaralıydık, korkuyorduk; kendimizi anlar gibiydik ama dilimiz yoktu; ürkütücü bir dünyanın yalnız çocuklarıydık. Herbirimiz kadınlara ayırdığımız hayâl dünyasını keşfedişimiz ve kabul edişimizin şu veya bu aşamasında, etrafımızda benzerlerimizi arar olmuştuk. Mantığımız “anormal, garip, ucube” olmadığımızı söylerken, insanın kendine güveninin zayıf bağlarını yok etmeye hazır dünya yüzünden benzerlerimizden “anormal, garip, ucube” olmadığımızı dinlemek istiyorduk.

Birçoğumuz birbirini KAOS GL’de tanıdı. Onlarca geyin arasında “lezbiyen adacıkları”. Ankara’da birçok gey bir araya gelmiş ve şehirde daha önceden birbirlerinden habersiz yaşamadıkları için, ortak dil oluşturmakta zorlanmamışlardı. Ne de olsa geyler, lezbiyenler kadar görünmez olmadıkları için ve “kamusal alan” denilen ve biz kadınlara kelimeyi kullanırken bile ürkütücü gelebilen yerde, küçük gettolarda kendi kimliklerini geliştirebildikleri için, KAOS GL’de birbirleriyle konuşabiliyorlardı; katıldıkları ilk toplantıda bile. İkinci yıldan itibaren yavaş yavaş gruba katılmaya başlayan lezbiyen kadınların ise bunu anlatacak donanımları yoktu.
“Adacıklar” birleşerek tek bir ada oluşturdular. Bu bütünlük, kendi kimliğimize dair bütünlük hissimizi de besliyor. Bu beslenmeden Sapphonun Kızları doğdu.
Neden ayrı bir grup? Lezbiyeniz, geylerle bir grupta olabilirdik; feministiz, etrafta onlarca kadın grubu var. Ama biz, toplumda birbirinden habersiz “adacıklar” olarak yeterince yaşadığımız için bunu muhalif gruplar içerisinde de kendimize yapmak istemiyoruz.
Heteroseksüel kadınlardan tepki: “Ne var, biz de erkek arkadaşımız dolayısıyla ailelerimizle sorunlar yaşıyoruz, erkek arkadaşımızla birlikte yaşamaya karar verdiğimizde ev bulmakta zorlanıyoruz, siz en azından kendinizi gizlediğinizde sevgilinizle yaşayabiliyorsunuz, ne ailenizden ne de komşularınızdan tepki alıyorsunuz!” Yanıt: “Biz gizlenmek istemiyoruz!” Eşcinsel erkeklerden tepki: “Siz sesinizi çıkartmadığınız sürece varlığınızdan kimsenin haberi olmuyor, insanların aklına gelebilecek en son şey lezbiyenlik. Oysa biz canavar bir erkek dünyasına uymak zorundayız.” Yanıt: “Biz gizlenmek istemiyoruz!”
Bizim bağımsız durmamız gereken bir nokta olmalı. Bunun anlamı feminist harekete ve eşcinsel hareketine arkamızı dönmüş olmak değil; tersine, tam ortadayız. Politikalarımızı geliştirirken her iki grupla da iç içeyiz, iç içe olmayı plânlıyoruz.”

Sappho’nun Kızları da Venüs’ün Kız Kardeşleri gibi uzun erimli bir çalışma haline gelemedi. Ancak Türkiye’de lezbiyenler, görünmezlik sorunlarını aşmak için çalışmalar yapmaya devam ediyorlar. Eşcinsel kurtuluşunun yanı sıra, feminizmden de beslenerek, kendilerine çeşitli eşcinsel örgütler ve kadın örgütleri içerisinde alanlar açmaya çalışıyorlar.

Toplumda, özelde lezbiyen görünmezliğinin, genelde ise heteroseksizm ve ataerkilliğin aşılmasına dönük çabalar hakkında karanlık bir tablo sunmak değil niyetim. Aksine bu yazıdaki tespitler ve umutlar akademik bir çalışmanın değil, doğrudan varolan kolektif çabaların bir ürünü. Özellikle eşcinsel örgütleri Lambdaistanbul ve Kaos GL’nin, feminist bir örgüt olan Amargi’nin içinde bulunduğu süreç göz önüne alındığında, çözüm yolunda ilerlememizi sağlayacak somut gelişmelerin ideolojik anlamda oldukça sağlam temelleri atılıyor. Geçmişten günümüze getirilen mücadelenin somut kazanımlarını ve değişim gücünü süreklileştirecek yeni ideolojik açılımlar ve politikaların, hepimizin kaderini etkileyeceğinin sorumluluğuyla hareket edilmeye çalışılıyor.

Bugüne kadarki bütün sunumlarda çoğunlukla olduğu gibi, belki bugün de söylediklerimi, kafanızdaki hangi önyargılara uyduğumu, hangilerine uymadığımı düşünerek ya da “Acaba ne olmuş da bu kız lezbiyen olmuş?” sorusunun tahmini yanıtları arasında hayaller kurarak dinlediniz. Görünmezliğin görünür olduğu her noktada, bu görünmezliği yaratan şiddet de görünür olmaya başlar. O nedenle, heteroseksizmden doğal olarak muaf olmayan bu salonda, aslında, şu an çoğunuzun kafasından geçen düşünceler, bu oturumda sunulanları kesinlikle anlamamanıza neden olacak şeyler. Tamamen başka bir düşünce sistemi içerisinde bizi dinliyor çoğunuz. Bu da lezbiyen gerçekliğinin görünür olmaya başlayınca kirletilmesini kaçınılmaz kılıyor; biliyorum. Ancak, özgürleşmek, kendini gerçekleştirmek için açılmak, açığa çıkmak, görünür olmaktan başka bir yol yok!